replika samsung note 3,den islam bilgisi2

replika samsung note 3,den islam bilgisi2 bugün replika samsung note 3 sizin icin islam bilgisini hazırladı ve sizlere sunuyor replika samsung note 3 diyorki Bu yazı MÜBAREK MEKTUPLAR I derleyen zat tarafından yazılmıştır.Rahman, Rahim Allah'ın adı ile başlarım.
Allah'a hamd olsun. Tüm halkının, zatına hamd edişinin kat kat fazlasıyla... Nasıl sevip razı oluyorsa öyle.Salât ve selâm: Alemlere rahmet olarak gönderdiği zata... Hem de, ananların kendisini andığı, anmaktan gafil olanların gaflete daldığı sürece... Amma, onun şanına nasıl lâyık ise öyle.
Keza bu nasipten, onun iyilik ehli, pek müttaki soyuna ve ashabına olsun.
Sonra... Burada başlayacağımız kısım, Mektubat-ı Kudsi-ye'nin birinci cildidir. Malum olduğu üzere bu Mektubat şu zata aittir. Gavs-ül-Muhakkikin Kutb'ül-Arifin Bürhan'ül-Vela-yet'il-Muhammediye Hüccet'üş-Şeriat'il-Mustafaviye Şeyh'ül-İstâm Vel-Müslimin Şeyhüna ve İmamüna ŞEYH AHMED FARUKİ NAKŞİBENDİ...

Allahu Tealâ ona selâmlar eylesin. Var eylesin...
Bu cildi derleyen zatın künyesi şudur: Yar Muhammed Be-dahşi Talikanı... Sermayesi gayet kıt; bu mübarek eşiğin toprağında pek az oturan biridir. (Bu mübarek mektupları derleyen zat, tevazu kabilinden böyle diyor.)
Bu Mübarek Mektupları yazı bağı ile sıraladı. Şunun için ki: Yüce Hak taliplerine faydalar ulaşsın.
Başarı dileği ve korunma ümidi Allahu Tealâ'dandır.
Mektûbat-ı Rabbânî
MEVZUU: Yükselişlerin olması ve Yüce^iakkın yardımları ile övünmek.
NOT Imam-ı Rabbani, bu mektubu kendi şeyhi büyük zat, şeyh Muhammed Bakibillah'a yazmıştır.
Bu bir arzuhaldir. Yani; Mektup... Kulların en küçüğü Ah-med'den(1) hallerin arzedildiği makamın yüce katına.
Ramazan ayına yakın günlerdeydi; Mevlâna Şah Muhammed, istihare emrini tebliğ etti.
Ramazan ayına girmeden, yüce eşiğinize yüz sürme fırsatını bulamadım. Başka yolu da kalmadığından, mübarek Ramazan ayının geçmesini bekledim. Zaruret icabı, kendimi teselliye çalıştım.
Yüce Hakkın inayetlerini, büyük makamınıza nasıl arz edeyim ki!.. Tevatür halinde, peşpeşe, arasız gelmektedir. Haliyle bu olanlar, üstün teveccühünüzün bereketi ile olmaktadır.
Bu manada bir şiir:
Ben bir bahçe gibiyim, oraya bahar Bulutlardan zülâl yağmurlar yağar.
Bin tane dilim olsa senaya dursam;
Ona infialden başka neyim artar?..
Açıklanan bu husus, bir cür'et ve edebi terke yorulabilir. Övünmek ve böbürlenmek manası da çıkabilir. Şu şiir bu hali anlatır;
Ama şahım yüceltti makamımı yerden;
Onunla ayda, yıldızda ayıldım birden.
Ayılma ve beka alâmetlerinin belirmesi, rebiülevvel ayının sonlarına doğru oldu. Şu ana kadar, her süre İçinde, has bir beka ile teşerrüf etmekteyim. Şöyle ki: önce, ben zati tecelliye alınıyorum. Kİ bu tecelli Şeyh Muh-yiddin'e bağlanır. Allah sırrının kudsiyetini artırsın. Daha sonra da, sekir haline geçiriliyorum.
Yükselme ve iniş hallerinde; duyulmamış ilimler, hayrete şayan irfan duyguları hasıl olmaktadır.
Her mertebede, o mertebenin durumuna uygun manada hususi müşahede ve ihsana nail olmaktayım.
(1) Ahmed: imaüm-ı Rabbani Hazretlerinin esas ismidir.
Ramazan ayının Altısındaydı (Altısındaydı: Farsçasında ve Arapça tercümesinde beyledir. Ancak, daha önce Müstakimza-de tarafından yapılan tercümede: "Sekizmdeydi" gibi bir mana var. Nereden alındığını tespit edemedik) beka ve ihsan şerefine nail oldum. Öyle ki: Onu arza gücüm yetmez. Öyle sanıyorum kı: İstidadın sonu bundan öteye geçemez.
Hale uygun manada, vuslat müyesser oldu. Şu anda da, cezbe ciheti tam manasıyla tamama erdi. Yüce Allah'ın sonsuz varlığında seyir hali başladı ki, bu durum: Cezbe makamına münasiptir.
Her ne zaman ki, fena hali tam manasıyla olur, onun düzeninde kurulu beka tam manasıyla kemal bulur.
Her ne zaman ki, beka tam manasıyla kemal bulur, orada ayıklık hali ağır basar.
Her ne zaman ki, ayıklık hali ağır basar, ilimlerin o aydın ve parlak şeriata uygunluğu daha ileri olur.
Tam manasıyla ayıklık hali, peygamberlere has bir durumdur. Bu sırada onlardan zuhur eden marifet duyguları ise şeriat ilimlerinin kendisidir. Bir de onların beyan ettikleri, akideler vardır kı; Zat ve sıfat üzerinedir. Bazı marifet hallerinin, dile gelişte, dış manası ile çelişmesi, sekir halinin bakiyesinden olsa gerek.
Bu Fakire (imam-ı Rabbani Hazretleri kendisini kasd ediyor.) feyz yollu gelen irfan duyguları ise pek çoğu, şeriata dair bilgilerin açıklanmasından ve daha etraflıca anlaşılmasından ibarettir. Bunların beyanı: Keşfe dayalı, zaruri istidlali ilim (inkârı, cehaleti imkânsız bilgi) meydana getirir; toplu manalar yaygın ha-
MektObat-ı Rabbani
le oelir Yanı: Işın inceliklerine ve ayrıntılarına inilir.
Bunları anlatmaya kalksam, etraflıca açıklanması çok uzar Kaldı kı ben korkuyorum, çekiniyorum. Biyıassa ışın edep dışı bir yöne kaymasından. (Bu son cümle Farsça aslında şiir olarak gözükmektedir. Arapçasında nesre benzediğinden tercümesin» nesir halinde verdik
2. MEKTUP
Yarenlerin, belli bir makamda durakladıkları ve bu manada bazı meseleler.
NOT: İmarrvı Rabbani, bu mektubu şeyhine yazmıştır.
Arz edilmek istenen durum şudur:
Burada belli bir süre için kalan, buranın yerli yarenlerinden her biri, bir makamda tutulup kalmış. Onları bu makamdan çıkarmak ise pek zor. Öyle ki: Bu makama münasip yeterli gücü kendimde bulamıyorum.
Allahu Tealâ, üstün teveccühünüzün bereketi ile, bize terakki nasip eylesin.
Yakınlarımdan biri, anlatılan makamı geçti; zatı teceW\\erin basamaklarına ulaştı. Hali cidden güzel. Adımlarını bu Fa-kir'in(1) izinde atmaktadır. Aynı şeyi, diğer yarenler için de dilerim.
İhvandan bazıları var ki, Mukarrebîn (Hakka yakın olanların) yolu ile hiçbir münasebetleri yoktur. Bunların haline uyan, eb-rar (iyi amellere devam edenler) yoludur. Yakin babında elde ettikleri bir şey varsa, o bir ganimettir. En uygunu, kendılenne bu yolu emretmenizdır. Bu manada bir mısra şöyledir. işi vardır her insanın kendine mahsus...
Bu söylediğim kimselerin isimlerini tafsilatı ile yazmaya cesaret edemiyorum. Zira onlar, size gizli değiller.
Bundan daha fazlasını yazmak edep dışıdır.
Bu mektubu yazdığım gün, Mır Seyyıd Şah Hüseyin kendi halinde meşgulken bir rüya görmüş. Anlattığına göre.
Büyük bir kapıya varmış. Kendisine söylenmiş.
-Burası hayret kapısıdır.
Sonra şöyle anlattı.
-Kapıdan içeri baktığım zaman gördüm kı, Hazret-ı Şeyh içende. Sen de onunla berabersin. Kendimi içen atmak istedim, bir türlü ayağım varmadı...
3. MEKTUP
MEVZUU: a) Mübarek Ramazan ayının faziletleri.
b)Hakıkat-ı Muhammediye'nin (kabiliyet-i ulâ) beyanı. Ona ve aline, salât, selâm ve saygılar.
c)Kutbiyet makamı, ferdiyet mertebesi.
NOT: İmam-ı Rabbani Hazretleri, bundan önceki mektuplar gibi, bunu da şeyhi Bakibillah'a yazmıştır.
Hizmette olanların en küçüğünden bir dilekçedir.
Süre hayli uzadı. Bu kapıda hizmet edenlerin hallerine muttali olamadım. Ne feyizlenme, ne de güzel mektuplaşma yolundan.
Şimdilik, mübarek Ramazan ayının gelmesini bekliyorum. Bu ayın, Kur'an-ı Mescid'le tam bir münasebeti var. Hem de zata bağlı kemalâtı ve onun zuhuratı sayılan işlerin tümünü özünde toplamak suretiyle.
Kaldı ki, o asalet dairesine dahildir. Öyle ki: Asla, onun üzerine gölge düşmemiştir. Kabiliyet-i ulâ (Kabiliyet-i ulâ: ”İlk kabiliyet “ demektir ki, buna bir tabirle '‘İstidad-ı ezeli” denir. Ayrıca bu tabir, Hakikat-i Muhammediyenin ilk zuhurunu ve Kur'an'm o nun tarafından ilk kabul edilişini de ifade eder) onun uzayan gölgesidir. Bu manada gelen ayet-l kerime meâlen şöy-ledir:
"Ramazan ayı öyle bir aydır ki; Kur'an, o ay içinde indirildi.” (21/185)
jş bu ayet-ı kerime, sözün doğruluğuna delildir.
Anlatılan mana ile bağlılık kurulunca, iş bu Ramazan ayının, cümle hayırları ve bereketleri özünde topladığı anlaşılır.
Bütün sene boyunca gelen cümle hayırlar ve bereketler, bu ayın bereketleri denizinden bir damladır. Ama, kime olursa olsun, hangi yönden gelirse gelsin. Bu ayın kadri o kadar yücedir ki, sonu yoktur.
Bu ay içinde olan birlik ve beraberlik, yıl boyu sürecek birlik ve beraberliğe sebeptir. Aynı şekilde, bu ay içindeki ayrılık, yıl boyu sürecek ayrılığa sebep olur.
Saadetler olsun o kimseye ki, Ramazan ayı, kendisinden razı olarak ayrılır. Yazıklar olsun o kimseye ki, Ramazan ayı, kendisine dargın gider. Dolayısıyla, bereketleri elde etmeyi bir vasıta sayarak Ramazan ayı ile, Kur'an-ı Kerim hatmini bir araya getiren kimse için ümid edilir ki: Onun bereketlerinden mahrum kalmaya; hayırlara kavuşmasına engel olmaya.
Bu aya mahsus olan bereketler, başkalarına benzemez. Bu ayın gecelerindeki hayırlar da, başkaları ile kıyaslanamaz.
Akşamları iftarda acele etmenin, sahurlardaysa ağır davranmanın hikmeti ve sırrı bu olsa gerek. Böyle olur ki: Gecenin ve gündüzün tüm cüzlerindeki imtiyaza ermek hasıl olsun.
Yukarıda: "Kabiliyet-i Ulâ" şeklinde bir cümle anlatıldı. İşte, Hakikat-j Muhammediye, bundan ibarettir. Bu Hakikat-i Mu-hammediye'nin zuhur yerine salât, selâm ve saygılar.
İş bu Kabiliyet-i Ulâ, zati kabiliyet değildir. Anlatılan Haki-kat-ı Muhammediye, tüm sıfatları özünde topladığı için bazıları: "Kabiliyet-i Zat" olarak hükmetmiştir. Halbuki kabiliyet-i zat, ilmi itibar içindir. Hem de zat ve sıfatlara dayalı tüm kemalât ile ilgilidir. Bu dahi Kur'an-ı Mecid'in ele, dile getirdiğidir. Şanı yüce olsun.
Kabiliyet-i sıfata gelince bu: Sıfatlar vatanı ile münasebettir; zatla sıfat arasında bir boşluktur. Bu dahi, sair peygamberlerin hakikatleridir. Resulullah Efendimize ve sair peygamberlere sa-
Anlatılan bu kabiliyet, içme giren itibarların mühalazası ile, müteaddid hakikatler halinde meydana gelir.
Hakıkat-ı Muhammedıye sayılan kabiliyete gelince; her ne kadar onda zıllıyet {Zili, gölge demektir. Zıllıyet, gölge olma vasfını ifade eder. Hakıkat-ı Muhammedıye, Hakıkat-ı İlâhıyenin yokluk aynasında tecelli eden nuranı bir görüntüsü olduğundan, ona gölge denilmiştir. Hakikat-ı insaniye de bu görüntünün görüntüsü, yanı aynadaki hayalin hayali veya gölgenin gölgesidir) var ise de, sıfatların rengi onda belli olmaz. Hiçbir şekilde, zatla aralarında hail yoktur.
Muhammedi meşrebe dahil olan cemaatin hakikatlerine gelince: İlmi itibara göre, zat kabiliyetlidirler. Ama anlatılan bazı kemalâtla ilgili olaraktan. Bu meyanda Kabiliyet-i Muhammedi-ye: zatla bu müteaddid kabiliyetler arasında bir aracıdır. Bazılarının, yukarıda anlatıldığı üzere buna: "Kabiliyet-i Zattır" demeleri, şu manadaki sebebe dayanır: Onun (kabiliyet-i zatın) sıfatlar aleminde bir adımlık yeri vardır. Bu sıfatlar aleminin son yükselişi ise o kabiliyete kadardır. Ulaştıkları bu makamdaysa Re-sulullah (sav) Efendimize bağlandıklarında şüphe yoktur.
Kabiliyyet-i ittisaf için, hiçbir şekilde yükselme yoktur. Bu mananın bir icabı olarak bazıları zaruri olarak şu hükmü verdiler:
-Hakikat-ı Muhammediye daima haildir.
Halbuki, Hakikat-i Muhammediye kendi zuhur yerindedir ki: Zatta mücerret bir itibardır. Bundan ötürü de, gözden kaybolması mümkündür, hatta olmuştur.
Kabiliyet-i ittisaf, her ne kadar itibari ise de, sıfatların rengini ve vasfını almıştır, amma berzahiyet yoluyla.
Sıfatlar hariçte vardır; ama sonradan olma bir varlıkla. Böyle olunca, yükselmeleri imkân dairesi dışındadır. İş bu mana icabı olarak, anlatılan hailin daimi varlığına hükmedilmiştir.
Asaletle zilliyet arasını birleştiren bu tür bilgilerin benzerleri çok gelmiştir; pek çoğu da tarafımdan yapraklara yazılmıştır.
Mektûbat-ı Rabban
Kutbiyet makamı: Zılliyet makamı ilimleri inceliklerinin men-şeidir.
Ferdiyet mertebesi: Asıl daire maarifinin varidatına vasıtadır. Zil ve asıl (asıl varlık ve gölgesi) arasındaki ayırım: Anlatılan iki devlet bir araya gelmedikçe olmaz.
Anlatılan mana icabı olarak meşayih, Kabiliyet-i Ulâ'nın ziyadeliğine kail değildirler. İş bu kabiliyete:
-Zat babında taayyün-ü evvel (ilk görünüş) denir.
Şundan ki; Bu kabiliyetin müşahedesini zati tecelli sanmışlardır. Ama gerçek benim tahkikimdir; iş, izah ettiğim gibidir.
Gerçeği meydana çıkaran Allah her eksik sıfattan münezzeh, her mükemmel sıfatla sıfatlanmıştır. Bu yolda hidayet eden odur.
Yazmakla memur olduğum risalenin bitmesini, şu ana kadar başaramadım. Olduğu gibi, müsvedde duruyor. Bu duraklamadaki İlâhî hikmeti anlayamadım.
Bu manada, cür'etin ziyadesi edebe uzaktır.
MEVZUU: Hace Bürhan'ın Muhammed Bakibillah'a gönderilmesi ve baz/ hadlerinin beyanı. Ki o : İhlâs sahiplerinden biri idi.
NOT: İmam-ı Rabbani Hazretleri bu mektubu şeyhi Muhammed Bakibillah'a yazmıştır.
Hizmette onların en küçüğünden bir dilekçedir.
Hacegân tarikatı beyanında bir risale yazdım. Allahu Tealâ, onların sırlarının kudsiyetini artırsın.
O yazdıklarımı, yüce katınıza yolluyorum. Dilek: Teberrüken, görüşünüzü almaktır. Ne var ki, o risale müsvedde halindedir; temizd çekmek için fırsat bulamadım. Sebebi: HACE (Hace: Alim, şeyh, seyyid, ağa ve muallim manalarına gelir) Bürhan'ın acele yola çıkması oldu. Belki de, ona bazı bilgiler eklenecektir.
___________________________________________________33
günlerden bir gün, Abrar silsilesine gözüm ilişti. Hatırıma gel-jıKi: O nu size arz edeyim. Ondakı bilgilerin beyanı babında bir jgy yazasınız. Olmazsa, bu fakire emir buyursanız, ona bir şey
yazayım.
Bu düşüncem, gelişti. Anlatılan düşünceye dalgın iken, bu müsveddedeki bilgiler feyiz yoluyla geldi, yazdım.
Bu gönderdiğim müsveddeleri, o risale için bir bütünleme sayarsanız ne alâ. Olmazsa, bazı uygun bilgiler ona eklenir; onun bir başka yönü olur.
Bu manada fazla açılmayı, edebe aykırı sayarım.
Hace Bürhan, bu süre içinde güzel fiiller işledi, beğenileçek işler yaptı. Cezbe makamına uygun, üçünçü seyirden nasibe nail oldu. Ne var ki, şu anda geçim sebepleri ile, hali teşvişe düşmüştür, işler dağınık durumda. Bu halleri ile yüce katınıza yönelmiş bulunuyor. Kendisine emredilecek her şey, uğur ve bereket olur.
MEVZUU: a) Cezbe ve sülük husulünün beyanı.
b)Celâl ve cemal sıfatlan ile terbiye almak.
c)Fenanın ve bekanın beyanı.
d)Nakşibendi tarikatına mensup olmanın üstünlüğü.
e)Belâ ve musibet için dua.
NOT; İmam-ı Rabbani Hazretleri bu mektubu muhterem şeyhi Muhammed Bakibillah'a yazmıştır.
Bendegânın en küçüğü Ahmed'den bir arzuhaldir.
Sanı büyük mutlak mürşid olan Yüce Hak, üstün teveccüh bereketi ile bana şu ikramda bulundu: Cezbe ve sülük terbiyesi.
Sonra .. Beni celâl ve cemal sıfatları ile terbiye etti. $u anda; Celâl cemalin aynı oldu; cemal dahi celâlin aynı oldu.
Risale-i Kudsiye (Risale-i Kudsiye: $eyh İmam Muhyiddin Muhammed b.Alı b. Arabi Matemi Tai Mekkı Hz.terinin esendir.
Hicretin 638 (M. 1240) yılında vefat etmiştir. Allahu Tealâ. sırnnın kudsiyetını artırsın) için yaztIan haşiyelerde; bu ibarenin sarih manasını tahrif edip mevhum manaya aln^ışlar. Halbuki ibarenin manası zahirine göre verilmiştir; tahrif ve tevil edilmesi kabil değildir.
Bu terbiyenin alâmeti; Zata dayalı sevgide gerçekleşmesidir. j Anlatılan manada gerçekleşme olmadan, bu terbiyenin husulüne yer yoktur.
Zata dayalı sevgi, fena bulma alâmetidir. Fena ise Allahu Te-alâ'nın zatından başka şeyleri unutmaktır.
İlimler, tam manası ile sine sahasından ayrılmadıkça; mutlak bilgisizlikle {Mutlak bilgisizlik (cehl-i mutlak) Sonradan öğrenilmiş, aslı olmayan, zanni ve izafi olan bütün bilgileri unutmak, vahiy kaynağından gelen gerçek bilgilerle dolmak demektir) gerçekleşme hasıl olmadıkça, fenadan yana nasip gelmesi imkânsızdır.
Anlatılan manadaki cehil (bilgisizlik hali) daimidir; onun zevaline imkân yoktur. Bazan galip bazan da giden cinsten değildir.
Bu babda son gaye mana şudur: Bekadan evvel sırf cehalet vardır; bekadan sonra da cehalet ve ilim birleşir. Burada anlatılan cehalet gözünde şuur vardır; hayret gözündeyse huzur.
İş bu anlatılan makam Hakke'l-Yakîn makamıdır; orada ilimden ve aynden (bilgiden ve görünüşten) sayılanların her biri diğerine perde olamaz. Anlatılan cehaletten önce gelen temsili ilim, itibar derecesi dışındadır.
Her ne kadar bu makamda ilim varsa da, özdedir; şuhud varsa, o da özdedir; marifet dahi özdedir. Dışarıda göz kaldığı sürece, özde hasıl olan bir şey yoktur.
Şayet nazar, öze dönük ise... yani tamamen... O zaman uy gun olan: Nazarın tamamen dıştan kesilmesidir.
Bu manada Hace Nakşibend Hazretleri şöyle anlattı: -Ehlüllah, fena ve bekadan sonra ne görürlerse... onu kene özlerinde görürler. Marifet yoluyla elde ettikleri her şey de, ker di özlerinde arif olurlar. Hayretleri dahi, yine kendi özlerind
Bundan açıkça anlaşılıyor kı: Müşahede, marifet, hayret, sadece özdedir; onun dışında bir şey değildir Bunlardan, yalnız bin özde bulunursa... fenadan yana haz ve nasıp yoktur Onlardan bir kısmı dışarıda olunca; sonunda gelmesi umulan beka nasıl gelsin? Fena ve beka işindeki merlebelenn nihayeti budar Ve bu; Mutlak fena halıdır. Mutlak fena ise... diğerlerine göre, daha şümullüdür. Beka durumu dahi, fena halı mıktanna göre olur.
Üstte anlatılan mana icabı olarak, ehlüllahtan bazılarının, fena ve beka ile tahakkuk (haklaşma, gerçekleşme) sonu dışa dönük müşahedeleri vardır. Ancak bu azizlerin bağlı bulundukları makam, bütün nisbetlerin üstündedir.
Bu manada bir şiir şöyledir:
Her esen nesime misal Hicazî olmaz;
Kalaylı demir Yemanîce revaç bulmaz.
(Bu şiir Arapça metinden alınmıştır. Ancak, Farsça nüshada, şu mana ile gelmiştir:
Her ayine tutan hiç İskender mi olur?
Her kılık değiştiren Hak eri mi olur?)
Geçip giden nice asırlardan sonra; anlatılan silsilenin büyüklerinden bir iki zat; bu tarikat bağını şereflendirirken, diğer silsileler için ne söylerler?
Bu bağlılık, Abdülhalik Gucdüvanî Hazretlerine ulaşır; sırrının kudsiyti artsın. Onu kemale erdirip tamamlayan zat ise, Şeyhler Şeyhidir. Yani Nakşibend namı ile maruf Behaeddin'dir; sırrının kudsiyeti artsın.
Anlatılan durum bir devlettir ki ona: Kendi halifelerinden Ha-ce Alaaddin Attar ermiştir. Bu büyük bir saadettir. Daha başka kimlere nasib olacağı, zamanla görülecektir.
Bu yolda şaşılacak durum şudur: Her ne zaman belâ ve musibet vaki olsa; öncelikle feraha ve sevince sebep oluyor. O zaman şöyle diyorum:
Cüneyd b.Muhammed olup, daha çok Cüneyd-ı Bağdadi lâka-bf ile bilinir. Sırrının kudsiyetı artsın) ve daha başkaları.
Meşayıhten bazıları, anlatılan makamın üstünde idiler. Ama oturmuş, bu makamın sütunlarına tutunmuşlardı. Bazıları da, değişik derecelerine göre, bu makamın altında bulunuyorlardı.
Kendimi, cidden bu makama yabancı buldum; o l^adar ki, kendim için bu makamla hiçbir münasebet görmüyordum.
Anlatılan bu vakıadan ötürü, kendimde tam bir ıstırap hasıl oldu; o kadar kı: Deli olmama ramak kaldı. Hüznün, esefin şiddetinden ruhum bedenimden ayrılacak hale geldi. Bu hal, uzun bir süre devam edip gitti. Sonradan, üstün teveccühlerinizin bereketi ile, kendimi o makama münasip gördüm.
İlk önceleri, başımı bu makamın hizasında buldum. Sonra tedncen yükseldim, o makamın üstünde oturdum.
Daha sonra, hatırıma şöyle geldi; Burası, tam olgunluk makamıdır; sülûkün tamama ermesinden sonra oraya vasıl olunur. Sülûkunü tamamlamayan meczubun burada alacağı haz yoktur.
Bu sırada aklıma şöyle geldi: Bu makama kavuşmak, sizin hizmetinizde bulunduğum sırada gördüğüm rüyanın neticele-nndendir. Bu rüya şöyle olmuştu:
Efendimiz Hazret-i Ali'yi (kerremallahu vechehu) gördüm. Geldi, şöyle dedi:
-Semaların ilmini sana öğretmek için geldim.
İyi dikkat edince gördüm ki: Bu makam, sair Hulefa-i Raşidin arasında Hz. Ali'ye (K.v) mahsustur. Allah onların hepsinden razı olsun.
En lyı bilen, Yüce Sübhan Allah'tır.
Yukarıdaki hususları anlattıktan sonra, maruzatımı aşağıda sıralayacağım.
BİR: Bana öyle geliyor ki, kötü huylar, zaman zaman kalkıyor. Onlardan bazısı bedenden iplik gibi çıkıyor, bazısı da kurt gibi...
Bazı zamanlar şöyle düşünüyorum. Onların hepsi ayrılıp gidi
yor. sonradan, bir başka vakitte zuhur ediyor. iKİ: Bazı marazların ve sıkıntıların defi için meveccühe dair-
dir. Bu iş için, başta Yüce Hakkın rızasını bilmek şart mıdır, yoksa değil mı? Reşehatta (Reşehat: Farsça yazılı bir kitaptır. İçinde, Nakşibendi meşayihinin menkıbeleri vardır; onların yol ^ yönlerini açıklar. Yazarı: Hüseyin b.Alı Vaiz Kaşifi Beyhakî olup, Safî lâkabı ile meşhurdur. Bu eserim Hicri 909 (M. 1503) yılında bitirdi. Bu eseri, Mektubat mütercimi Muhammed Murad Menzılevî Arap diline çevirdi. İbn-i Şerif Abbasi namı ile maruf Mevlâ Muhammed dahi Türk diline çevirmiştir. Bu zat dahi Kahire şehrinde, Hicri 1002 (M. 1593) yılında vefat etmiştir. Allah onlara rahmet eylesin) Hace Ubeydüllah Ahrar'dan naklen gelen ibareden çıkan manaya göre: Şart değildir. Bu hususta nasıl bir hükme varırsınız?.. Teveccüh dahi, ona göre iyi görülmemektedir.
ÜÇ: Taliplerde, huzurun tahakkukundan sonra, huzuru muhafaza emri verilip zikirden men etmek gerekir mi, gerekmez mi?
Sonra... o hangi mertebedir ki: Orada zikir olmaya?.. Durum böyle iken, bazıları önünden sonuna kadar zikri bırakmamışlardır. İş sonuna varıncaya kadar zikirden imtina etmemişlerdir.
Işın hakikati nedir? Ne emir buyurursunuz?..
DÖRT: Hace Ubeydüllah Ahrar Fıkaratta (Fıkarat: Bu esen, Hace Ubeydüllah Ahrar Hz. leh yazmıştır. Mektubat mütercimi $eyh Muhammed Murad Menzılevî Mekkî Arapçaya çevirmiştir.) şöyle anlattı:
-Sonunda zikir emri verirler. Zira, bazı maksatlar ancak zikirle yerme gelir. Burada anlatılan maksatlar nelerdir? tayin buyurunuz.
BEŞ: Taliplerden bazıları, kendilerine tarikat talimi istemekte, ama onlar, lokmada ihtiyatsızdır. Bu ihtiyatsızlığa rağmen, hu-zurelde etmekte, bir nebze istiğraka varmaktalar. Şayet onlan, lokmaya ihtiyat için sıkıştıracak olsak, hepsini bırakacaklar. Yanı: Talebin zayıflığından, tarikatı terk yolunu seçecekler. Bu hu-
susta hüküm nedir?..
Bir başkaları ise... bu sılsıle-ı şerıfeye yalnız bağlılık isterler. Bunlarda, zikir talimi talebi yoktur. Böyle bir şey caiz olur mu? Yoksa olmaz mı? Böyle bir şey caiz ise yolu nedir?..
Bundan fazlasını yazıp açıklamak, edep dışına çıkmak sayı-lır
MEVZUU: a) Beka ve sahv (ayrılık) mertebeleri ile ilgili hallerin beyanı.
b)İtikada dair bazı meseleler.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu şeyhi Bakibil-lah'a yazmıştır.
Kulların en küçüğü Ahmed'den bir arzuhâldir.
Sekır (manevi sarhoşluk) ve sahv (ayıklık) haline çıkarılıp beka ile şerefyab olduğum zaman; benzeri olmayan feyiz yollu ve devamlı idi. Bunların pek çoğu da, evliyanın beyan yoluna ve onların dillerde dolaşan ıstılahına uymuyordu.
Onların vahdet-ı vücuda dair beyan ettikleri ne mesele ve söyledikleri ne varsa onunla ilk hallerde şerefyab oldum; sonra vahdetin şühudu kesrette müyesser oldu. (Teklik, çoklukta görüldü.)
Sonra, her şeyi en iyi bilen Zat ın inayetiyle bu makamdan geçtim. Çok yüksek derecelere erdim. Bu meyanda bana çeşitli ilimlerin feyzi geldi.
Ne var kı. evliyanın kelâmında bu makamların tasdiki yoktur; bu marifetlerin ve sözlerin de sarih bir şekilde tasdiki yoktur. Ancak, bazı büyüklerin kelâmında, bunun için icmal yollu işaretler ve remizler var.
Ne var kı, adıl şahıd, anlatılanların sıhhatine, pâk şeriatın zahirine uygun olduğuna, ehl-ı sünnet topluluğu alimlerin ters düşmediğine şehadet eder Şöyle kı Hiçbir şeyde, pâk şeriata
dışta aykırı değil Felsefecilerin sözlerine ve onlann akla dayalı kurallarına da uymuyor. Ehl-i sünnete muhalif duran Islâm alım-lennın yollarına da benzemiyor.
Şu mana açıldı; Bir ışın gereği olan güç. o işle beraberdir fiilden ewel bir güç yoktur Kudret yapılan işle eş olarak gelmektedir.
Gelen teklif ise; sebeplenn ve duygulann sağlam olmasına dayanır Nitekim ehl-i sünnet uleması da. bunu böyle kararlaştırdı.
Bu makamda kendimi, Hace Bahaeddin Nakşibend Hz.len-nın izinde buluyorum; çünkü o, bu makamdadır. Hazret-i Hace Alaeddın Attar'ın da bu makamdan nasibi vardır. Bunlardan başka bu silsile-i aliyyenin büyüklerinden Hace Abdülhalik Gucdüvani ile daha evvel göçen zatlardan Maruf-u Kerhi, Da-vud-u Tai, Hasan-ı Basri ve Habib-i Acemi'nin de bu makamdan nasipleri vardır. Allahu Tealâ onların sırlannın kudsiyetını artırsın.
Bu makamın hasılı: Tam manasıyla uzaklık ve yabancılıktır.
İşin ilaç kubul eder yanı da yoktur. Bu arada perdeler kaldıkça, ihtimam gösterip çalışmak sureti ile onu kaldırmak gerekir. Şu anda, iş perde yönü ile daha da zorlu oldu. Bu manada bir şiir şöyledir:
Bu iş için ne tabip var ne de efsun kâr eder.
Bazıları, bu tam uzaklık ve yabancılığa bir vuslat ve bitişme ismi verdiler. Heyhat ne gezer! Şu beyt, onların haline uygundur:
Sakın ha visalini dileyip çağıran;
Bir olmaz, yerde kalanla semada duran.
Şuhud (görüş) nerede?.. Şahid (gören) kim?.. Meşhud (görülen) nedir?.. Bu manada bir şiir şöyledir:
Halkta görülünce cemal nuruna bak;
Ne bağ kurar Rabların Rabbıyla toprak.
Hülâsa: Kula lâzım olan şudur ki, nefsini güçsüz bir mahluk bilsin... Keza bütün alemi de öyle... Yüce Kadir Halik'ı ise aziz
ve çelil Hak bilecektir. Asla bunun dışında bir nisbet ısbat edilemez. Aynen görmek nerede?.. Aynadaki nerede?..
Bir mısra şöyledır:
Hangi ayna ötelerden suret verir?..
Ehl-ı sünnet vel-cemaat sayılan zahir alimleri, bazı amellerde kusurlu olabilirler. Ama ıtıkad cihetinden, dışa nurlu sabih Itikad yayarlar. Onların ortaya attıkları bu nurlu görüşleri, kusurlarını siler atar Bunların meydana attıkları görüşleri, tasavvuf ehlinin çoğunda bulunmaz. Şundan ki: Riyazetlerinin, mücahedelerinin olmasına rağmen, zat ve sıfat üzerine sağlam itikatları yoktur.
Alimler ve ilim isteklileri hakkında, özümde bir sevgi hasıl oldu; onların gidişleri bana pek güzel gelmeye başladı. Onların zümresinden olmayı, ilim talipleri (isteklileri) ile ilmi müzakere yapmayı arzu ediyorum. Bilhassa Tavzih {Tavzih: Bu eser, Tenkih adlı eserin zor yanlarını çözmektedir ki, "Tenkih^ül-Usür adlı eserin şerhidir. Bu da, Sadr'üş-Şeria Fazıl Allâme Abdüllah b.Mes'ud Mahbubi Buhari Hanefi'nin esendir. Kendisi Hicretin 474. (M. 1346) yılında vefat etmiştir. Allah rahmet eylesin) ve Telvih (Teivih: Tenkih'in haki katlarını keşif üzerine yazılan bir kitaptır. Sadr-ı Şeria'nın şerhi üzerine yazılmıştır. Allâme Sa'deddin Mesud Teftezani'nin eseridir. Bu zat, Hicretin 792 (M. 1389) yılında vefat etmiştir. Allah rahmet eylesin) eserleri için. Ki bunlar: Mukaddemat-ı Erbaa'dan sayılır. Bundan başka, fıkha dair Hidaye (Hidaye: Çeyh'ül-İslâm Burhaneddin Ali b.Ebi Bekir Murgınani Hanefi'nin eseri olup, Bidaye-i Mübtedi ismini verdiği eserin metin şerhidir. Hicri 593. (M. 1196) yılında vefat etmiştir. Allah rahmet eylesin) adlı eserin mubahasesini de onlarla yapmak isterim. Ayrıca şu hususta ulemanın kavline iştirak ediyorum: İlmi yoldan Yüce Hakkın ihatası (her şeyi kaplaması) ve halka maiyeti (yaratıklarla birlik halinde bulunması)
Şunu biliyorum: Yüce Hak, bu alemin aynı olmadığı gibi; ona
muttasıl (bitişmiş) ve ondan munfasıl (ayrılmış) değildir. Ne alemle beraber, ne de ondan ayndır. Onu sarmış ve ona geç-ıniş de değildir.
Şunu da biliyorum: Zatlar ve sıfatlar, hep birden Yüce Hak için mahluktur. Ama böyle demek:
-Mahlukatın sıfatları, Yüce Hakkın sıfatları, mahluklann fiilleri Yüce Hakkın fiilleridir, manasına gelmez.
Elbette şunu biliyorum: Fiillerde müessir olan, ancak Yüce Hakkın kudretidir. Mahlukatın kudretinin bunda hiçbir tesiri yoktur. Nitekim kelâm ulemasının sözü de budur.
Şunu da biliyorum: Yüce Hakkın yedi sıfatı mevcuttur.
Şunu da biliyorum: Yüce Hak iradelidir, dilemesi vardır.
Kudreti, şu manada tasavvur ediyorum; Bir fiilin sıhhati ve terkidir. Ama yakin hali ile. Ancak şu manada değil: Dilerse yapar, dilemezse yapmaz. Fakat, bu ikinci şart için:
-Vukuu mümkün değildir, diyemem.
Tıpkı bazı hükemanın dediği gibi. Yani: Sefih felsefeciler ve bazı sofiye gibi. Böyle bir şey, sözü Yüce Hak için zorlamaya götürür ki, bu: Hükema usulünce söylenen bir söz olur.
Kaza ve kader meselesi üzerine ulemanın kavline itikad sahibiyim. Zira mülkün sahibi Yüce Zat, kendi mülkünde istediği gibi tasarruf edebilir.
Kabiliyetin ve istidadın, bu işlerde bir dahil olduğu görüşünde değilim. Şundan ki: Böyle bir şey. Yüce Hak için zorlama olur. Halbuki o: Muhtar bir zattır, dilediğini yapar. Kıyas budur.
Hallerin arzı, anlatılması zorunlu cümleden olunca, onları zaruri olarak, arzetme cür'etinde bulunduk. Bir şiir:
Kula lâzımdır ki, zaman haddini unutturmaya...
a) Nüzul makamına münasip hallerin beyanı
Şöyle bir kimsenin arzuhalidir:
Kara yüzlü bir kaçaktır. Kötü huylu, kusurludur. Haline, zamanına aldanmıştır. Mevlâ’nın muhalefetine tam manası ile gayret eder. Azimet (zor) ve uygun yolları bırakmıştır. Halkın gördüğü yerleri süsler; ama Yüce Hakkın nazargâhını harap etmiştir. Bütün himmetini dışının süsüne harcamış; batın ciheti ile ağyara dönmüştür. Sözü haline aykırı olup, halı dahi hayaline dayalıdır.
Bu uykudan ve bu hayalden ne hâsıl olur? Bu halden ve bu sözden ne çıkar?
Nefsi, şerrin ve fesadın başlangıcı olup, zulüm kaynağı oldu. Kulların Rabbına masıyet (asilik, kötülük) kaynağı haline geldi.
Hülâsa bu kul: Mücessem günahlar, toplu ayıplarla doldu. Hayır işlen itilmeye ve redde lâyıktır. Hasenatı dahi atılmaya ve tarda lâyıktır. "Nice Kur'an okuyan vardır ki, Kur'an ona lâ-net eder" manasındaki hadis-i şerif, bunun adil şahididir. "Nice oruç tutan vardır ki, oruç ona lânet eder" manasına gelen hadis-i şerif, onun şanında doğru şahiddir.
Makamı, kemali, hali ve derecesi anlatıldığı gibi olana yazıklar olsun.
Bunun istiğfarı da günahtır; diğer günahlar gibi; hatta onlardan da şiddetlidir. Tevbesi dahi masiyettir, sair masiyetlere benzer. Belki onlardan daha kötüdür. Her yaptığı kötülüğün neticesi, kötülük oluyor. Bunun doğruluğu şu manadaki şiirden anlaşılır:
O ki, diken tohumu eker,
Nasıl taze üzümler toplar.
Onun bu hastalığı özüne işlemiştir, ilaç kâr etmez. Derdi de yerleşmiştir, ilacın faydası olmaz. Tıpkı: Mizacı bozulan gibi. Bir
şeyin özü, kendi özünden ayrılır mı? Bu manada gelen bir şiir şöyledır:
Habeşî’nin siyahlığı nasıl gider?
Siyahlık aslîdir, soyuna çeker.
Durum anlatıldığı gibi olunca, biz ne yapabiliriz? Bu manada şu ayet'i kerime sarihtir:
"Allah onlara zulmetmedi; lâkin onlar, kendi nefislerine zulmederier."(16/33)
Evet... Sırf hayır olan bir mana, sırf şer olan bir şeyi davet eder; şundan kı: Hayırlı olmanın hakikati zahir olup meydana çıksın...
Sonra... Eşya, ancak, zıdları ile açıklanabilir. Hayır ve kemal, hazır oldukları zaman; şer ve noksanlık, karşısından ayrılmaz olur.
Şu mana da açıktır: Güzellik ve cemal elbette ayna ister. Ayna ise ancak bir şeyin karşısında olmalıdır.
Şu manada hiçbir şüphe yoktur: Şer, hayrın aynasıdır; noksanlık dahi kemalin aynasıdır; karşısında durur. Noksanlık azalınca, kemal artar; şer azalınca da, hayır bollaşır.
Asıl şaşılacak mana şudur: Bu kötüleme, övme manasının yüzünden açıldığı zaman; şer ve noksanlık hayra ve kemale mahal olur.
Yukarıda anlatılan manalar açısından bakılınca, şunda şüphe olmadığı görülür: Kulluk makamı bütün makamların üstündedir; çünkü: Bu mana kulluk makamında eksiksiz ve ekmeldir. Bu makamla, ancak sevilen zatlar şerefyab olurlar. Sevenler ise müşahede zevkine dalıp lezzet alırlar. Kullukla lezzete dalmak, onunla ünsıyet etmek ancak sevilen zatlara mahsustur. Yanı; Yüce Hak tarafından sevilmiş olanlara. Sevenlerin ünsiyeti sevilen zatı müşahededir. Sevilmiş olanların ünsiyeti ise... sevilen Yüce Hakkın kulluğundadır.
İş bu kullar, bu ünsiyet, bu devlet ve bu nimetle şerefyab olmuşlardır.
Anlatılan bu meydanın süvarisi olan üstün zat, mutlak olarak
Asıl dileğim odur ki; Bir şahıs, bu devlete sırf ilâhı ıhsan olarak ersin Ama önce şöyle olmalı; Resulullah (sav) Efendimize bağlılık ve uygunlukta tam olarak yerleşsin. Sonra bu bağlılık, onu en yüksek zirveye çıkarır.
İş bu anlatılan durum, şu ayeti kerimede manasını bulur.
"Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve Allah, büyük fazlın sahibidir."(62/4)
Anlatılan şerden ve noksandan murad, onlara karşı ilmi bir zevke sahip olmaktır; onlarla sıfatlanmak değildir. İş bu ilmin sahibidir kı. Yüce ve Mukaddes Allah'ın ahlâkı ile ahlâklı olmuştur Aynı zamanda anlatılan ilim: Sözü edilen ahlâka sahip olmanın bir neticesidir. Kendilerinde bu şer ve kötülüklerin bilgisinden başka bir şey olmayınca, bu makamda kötülüklerin nasıl yen olabilir? Kaldı ki bu ilim, ancak tüm müşahede sonunda meydana gelen katıksız bir hayırdır. Bu müşahedenin yanında, başka her şey, şer olarak görünür. Bu müşahede ise ancak mutmainne nefis, kendi makamına yerleştikten sonra olabilir.
Anlatılan mananın olması için, bazı şeyler gerekir. Şunu hemen açıkça anlatalım: Bir kul, nefsani hazzını atmadıkça, onun hazzını yere vurmadıkça, bu anlatılan mertebeye eremez. Şanı Yüce Mevlâsının kemalinden kendisine nasip gelmez. Hele kendini Mevlâ’nın aynı, sıfatlarını da onun sıfatları itikad eden kimse bir yana, tam bir üstünlüğe sahiptir. Kaldı ki, böyle bir itikad: Esma ve sıfatta ilhaddır. Bu itikada sahip olan zümre; Yüce Allah'ın şu buyruğu altına girmişlerdir:
"Onun esmasında ilhada düşenleri bırak."(7/180)
Şu da bir hakikattir; Cezbesi, sülûkündan önce olan herkes, sevilenlerden olamaz. Ama, sevgililer arasına girmek için, cezbenin tekaddümü (daha önde olması) şarttır.
Evet... Her cezbede, mahbubiyet (sevgililik) manasından bir
nebze bulunur; şundan kı: Cezbe onsuz olamaz.
Anlatılan bu cezbelı mana: Arızalar babından, arızı bir sebepten dolayı onlarda hasıl olmuştur; zatı değildir. Çünkü zatı mana, eşyanın hiçbiri ile muallel değildir Şunu görmez misin kı; Her müntehi (sonuca ulaşmış) sayılan kimseye, sonunda cezbe müyesser olur. Hem de. kendisi sevenler zümresine dahil olduğu halde. Bu meyanda. kendisinde, anzi bir vasıta ile mahbubı-yet (sevgililik) manası zahir olur. Halbuki bu, onun için yeterli değildir. Yanı: Bir salik için, sırf sevilen olmak yeterli değildir. Anlatılan arızi şey (yani cezbe) bir manaya göre: O kimsede, tasfiye ve tezkiyedir.
Anlatılan arızi mana, özellikle müptedilerde görünür ki bu: Re-sulullah (sav) Efendimize bağlılık olarak meydana gelir. İsterse, umumi manada olsun. Aynı mana, müntehi sayılanlarda da olur. Bu dahi, Resulullah (sav) Efendimize bir bağlılık sonucudur.
Aynı mananın, zati yönden gelen bir fazilet olarak zuhuru; mahbub (sevilen) zatlarda dahi, Resulullah (sav) Efendimize tabi olmaya bağlıdır.
Bu hususta, açık olarak şunu demek istiyorum:
-Bu zati mananın zuhuru, sırf Resulullah (sav) Efendimizle zati bağlılık münasebeti yolundan olmaktadır.
Bu münasebeti şöyle anlatabiliriz: Bir isim düşünün ki, o, Resulullah (sav) Efendimizin Rabbi, terbiyecisi, yetiştiricisidir. Resulullah (sav) Eendimizin Rabbi olan isim ile anlatılan bu bağlılıktan dolayı o kimsenin de Rabbi, terbiyecisi olarak gerçekleşir.
İş bu saadet, anlatılan sebeple kazanılır. Yanı: Resulullah (sav) Efendimize tabı olmak yolundan. Ama, tam manası ile.
Doğruyu en iyi Allah bilir. Gidiş ve dönüş onadır. Hakkı meydana çıkaran Allah tır, bu yola hidayet eden odur.
b) Farkın ve vasfın, (aynfığın ve bırfığin) alışılmamış şekilde manafandınfması.
Üstteki mevzular, bu makama münasip ilimlerle anlatılacaktır. NOT Imam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu şeyhi Muham-med Bakibullah'a yazmıştır.
Bu babda hizmete duranlann en küçüğünden bir arzuhâldir. Şöyle kı; Ara hayli uzadı. Bu yüce kapıya hizmete duranların hallerine, benim için bilgi sahibi olma saadeti nasip olmadı. Bu hale intizar da arttı.
Üstteki manada bir şiir şöyledir:
Şaşılmaz, can bulur ruhum geldiği zaman;
Selâm, uzaktaki vefalı dosttan hemen.
Bu manada söylenen bir başka şiir de şöyledir:
Bildim gayrı, katılamam kervanına;
Kâfi, uydum çan sesinin yankısına.
Ne kadar şaşılacak bir iştir, şöyle ki: Bu'dün (uzaklığın) nihayetine kurb (yakınlık) ismini vermişler; ayrılığın sonuna da kavuşma. Sanki onlar, bu mana zımnında, şuna işaret etmektedirler: Vuslat ve kurb (kavuşma ve yakınlık) yoktur.
Bu manada bir şiir şöyledir:
Nasıl erilir o saadete hep oralar;
Yüksek yüksek dağlar, tehlikeli uçurumlar.
Şüphesiz sonsuz hüzün, daimi tefekkür imdada ve yardıma gelir; işin sonunda, murad (istenilen) olan, iradesi (istemesi) ile mürid (isteyen) olur. Mahbub (sevilen) ise muhib (seven) ve sevilen zatın muhabbeti (sevgisi) ile mübtela olur. (Tevhidin tamam olması için ”seven, sevgi ve sevilenin" yine böyle "isteyen, isteyiş ve istenen'in" bir olduğunun anlaşılması ve bunun salik-te gerçekleşmesi gerekir. Bu da ancak ilk ilkinin, üçüncüde yok olmasıyla vücuda gelir.)
Üstte anlatılan manada, Resulullah (sav) Efendimizin hali bilinen bir durum. Zira onun; Murad olma, mahbub olma makamı var iken; mürid ve muhib oldu. Şüphesiz bu halini de kendisi anlattı. Kaldı ki, o, daimi bir hüzün ve tefekkür içinde idi.
Bu arzuhali getiren Şeyh llâhbahş'ta, cezbe ve muhabbet çeşidi bir hal başladı. Onun teşviki ile, hizmetinizin devamı ile şe-refyab olanlar şanında birkaç kelime meydana geldi.
Onun hakkında gaye şu kı: Kendisi bu yola girmek şevki izhar etti; bu hadde kadar geldi. Daha önce, irade babında bazı şeyleri izhar eylemişti. Bu Fakır, onda bir duraklama, esas muradına erme işinde tehir manası sezince, mücerret mülâkatla yetindi. İş bu cümleleri, anlatılan manadan ötürü sıraladık.
Bu hususta daha fazla açılmak, edep dışı sayılır.
Mektûbat-ı Rabbânİ
Beni daha önce yerinde gördüğün bir makam vardı; mübarek emir icabı, durakladıktan sonra, üç halifenin oradan geçişine nazar vaki oldu.
O makamda benim için bir durak ve istikrar yoktu; bunun için, ilk anda onları orada görememiştim. Kaldı ki, orada Ehl-i Beyt'in iki imamı (Hazret-i Haşan ve Hazret-i Hüseyin), bir de İmam Zeynelabidin'den başkası için bir sebat yoktur. Allah onların cümlesinden razı olsun. Fakat, bunlar da buradan geçtiler. Dikkatle nazar edildiği takdirde, bunu idrak mümkün olur.
Gelelim, nefsimi ilk önce oraya münasip görmemeye. Bu münasebetin olmayışı, iki şekilde olmaktadır. Şöyle ki;
Birincisi: Yollardan herhangi bir yolun iuhur etmeyişidir. Şayet bana, orası için bir yol gösterilmiş olsaydı; bu münasebetsizlik ortadan kalkardı.
İkincisi: Mutlak surette burası ile münasebetin olamayışı. Böyle bir durum ise şekillerin hiçbiri ile zeval kabul etmez.
Bu makama ulaştıran yol ikidir, bunların üçüncüsü yoktur. Demek istiyorum ki; nazarda, bu iki yolun dışında bir başka yol zuhur etmez. Şöyle ki;
Birincisi: Nefsin noksanını ve kusurunu görmek; hayırlara dair niyetinde dahi onu kuvvetli cezbe ile ithamdan etzade bırakmamak.
İkincisi: Sülûkünü tamamlayan mükemmel, kemale ermiş, cezbeli zatın sohbeti.
Allahu Tealâ, üstün inayetinizin bereketiyle istidadım kadar bana birinci yolu nesib eylesin.
Şöyle olmalıyım; Benden sudur eden her hayır işte, mutlaka nefsimi itham edeyim; hiç durup dinlenmeden, kalbim karar kılmadan o işte onu itham altına alayım.
Hatta kendimi şöyle göstermeliyim; Sağ tarafımdaki meleğin yazabileceği hiçbir hayırlı amel benden çıkmadı.
Şöyle itikad etmeliyim: Sağımdaki defterim, hayırlı amellerden yana boştur. Onun kâtipleri de yazmaktan yana boş dururlar. Bu durumumla. Yüce Hakkın kabulüne nasıl müstahak olu
rum?
Şöyle bilmeliyim: Bu alemde bulunan Frenk kafirlen, zındıklar, mülhıdlerin (dinsizlerin) cümlesi benden daha faziletlidir; hem de her yönü ile. Tüm şerrin kaynağı benim.
Cezbe cihetine gelelim. Her ne kadar seyr-i ilallah yolunun tamam olması ile sülük tamamlanmış olsa dahi; cezbenin gereği ve bölünmez parçaları sayılan cinsten bir şeyler kalmıştı. Şu anda, o bakiyeler dahi tamam oldu; ama fena zımnında. Bu fena (yokluk) dahi, seyr-i fillah makamının merkezinde vaki olmuştu.
İş bu anlattığım fena hallerini, daha önceki arzuhallerimde tamamı ile yazmıştım. Burada vaki olan fenadan murad, Hace Ubeydullah Ahrar'ın kelâmında belirttikleri olabilir. Ki o, büyük zatların bu manada dediklerini şöyle anlattı:
-Bu fena işinin nihayeti, öyle bir fena haldir ki, zati tecelli ve seyr-i fillahta tahakkuk sonu gerçekleşir. İrade fenası ise anlatılan fena hali şubeleri cümlesinden sayılır.
Bu manada bir şiir şöyledir:
O ki bulmaz, fena Mevlâsı sevgisinde;
Nasipsizdir, onun kibriyası izinde.
Bu makamla münasebeti olmayanlar, nazarda kalmışlardır; iki taife olarak anlatılır:
Birinci Taife: O makama teveccüh ederler; o makam yoluna talip olmuşlardır.
İkinci Taife: O makama iltifatları olmadığı gibi; kendilerinde o yöne teveccüh de yoktur.
Ancak Yüce Hazret'in (İmam-ı Rabbani Hz.leri kendi şeyhi Muhammed Bakibillah't kasd ediyor), teveccühü ikinci yolda daha şiddetli zuhur buluyor. Yani: O makama ulaştıran iki yolun İkincisinde. Bu yola olan münasebet, daha açık oluyor.
Yüce Hazretinizden emir almış olduğumdandır ki, anlatılan misullu işleri yazıp beyan etmeye cesaret ettim. Bu da, emre uygun hareket etme sayılır. Yoksa ben, şu dünkü Ahmed'im,
MektCıbat-ı Rabbânî
asla değişmedim.
İkinci Maruzat... Bu makamı, ikinci kere ıjnülahaza esnasında, bir başka makamlar peydah oldu; onlar birbiri üstündeydi.
İnkisarla, ihtiyaç ve acz gösterme ile teveccühten sonra; bir evvelki makamın üstüne ulaştığım zaman bana ayan beyan belli oldu ki, orası: Hazret-i Osman Zinnureyn'in makamıdır. Allah ondan razı olsun. Kalan Hülefa-i Raşidin bu makamdan geçip gitmiş. Allah onlardan razı olsun.
İş bu makam, kemale erdirmek ve irşad makamıdır. Bu mertebede böyle olduğu gibi, bundan sonra anlatılacak iki mertebede dahi durum aynıdır. Yani: Onlar da icşad ve kemale erdirme makamıdır.
Daha sonra, bunun üstündeki makama göz ilişti; oraya ulaştığım zaman bana belli oldu ki: Orası Heizret-i Ömer'ül-Faruk'un makamıdır. Allah ondan razı olsun.
Kalan iki halife dahi buradan öteye aşmıştır.
Sonra, Hazret-i Sıddık-ı Ekber'in makamı zuhur etti. Allah ondan reizı olsun. Oraya da vasıl oldum. Hace Bahaeddin Nak-şibend Hz.lerini, meşayih arasında, bütün makamlarda bana arkadaş buldum. Kalan üç halife dahi buradan geçmiş. Arada ancak aşmak, makam, geçiş ve duruştan başka fark yoktur.
Bu son ulaştığım makamın üstünde hiçbir makam görülmüyordu; ancak, Hatem'ün-Nebiyyin vel-Mürselin Resulullah (sav) Efendimizin makamı müstesna. Salatların eksiksizi ona, saygı-lann en tamamı ona.
Hazret-i Ebu Bekir Sıddık'ın tam makamı hizasında bir başka makam zuhur etti. Allah ondan razı olsun. Hem nurani, hem de cidden yüksek bir makamdı. Onun benzerini hiç görmedim. Bu makama nazaran, onun biraz yüksekliği vardı. Sofanın, yerden biraz yüksekliği gibi. Bu arada bana belli oldu ki: Burası mahbubiyet makamıdır.
İş bu makama, pek süslü ve nakışlı bir makamdı. Onun bana, yansımasından dolayı, kendimi dahi süslü ve nakışlı buldum.
Sonra, bu keyfiyet içinde kendimi lâtif bir şekilde buldum. Kendimi, hava misali, bir parça bulut misali ufuklara yayılmış buldum. O kadar kı; Yerin bazı yanlannı da kapladım.
Hazret-i Hace Nakşıbend, Sıddık makamında idi; ben dahi kendimi, aynı hizada, keyfiyeti arz edilen makamda buldum.
Üçünü maruzat... Bu amellerle iştigali terketmek, hoş görülmüyor. Şundan ki alem dalâlet dalgalannda boğulmakla yüzyü-zedir. Bir kimse, kendinde bu dalgalardan kurtulma gücünü bulduktan sonra, nasıl onun için nefsine hoşgörü yolu tanınır?.. İsterse, onun özünde bir başka yol bulunsun, herhalde bu işle uğraşmak zaruridir, hoştur. Şu şartla ki; bazı vesvese, akla gelen uygunsuz duygulardan istiğfar bırakılmasın. Bilhassa, bu amelin işlenişi esnasında. Bu şart dahi, rıza tahtına dahildir. Bu şartın mülahazası olmadan olmaz; pek aşağı derecede kalır. Ancak anlatılan mülahaza olmadan dahi Hâce Bahaeddin Nak-şibend ve Hace Alâeddin Attar Hz.leh için bu ameller ("Bu ameller*' tabirinden murad, kulların irşadı ile ilgili ameller olsa gerektir) hoş görülür. Onlarda bu mülâhaza şart değildir.
Bu fakirin ameline gelince, anlatılan mülâhaza şartı olmadan bazı kere rızaya dahildir. Bazan dahi aşağı derecede kalmaktadır.
Dördüncü maruzat... Nefehat isimli eserde anlatıldığına göre Şeyh Ebu Said Ebül-Hayr şöyle demiştir:
-Ayn (eşya görünüş) kalmadıktan sonra, eser nasıl kalsın?.. Ne başı boş bırakır, ne de yok eder. Yani: Bir yandan yeniler, bir yandan tüketir.
Doğrusu şu ki: Bu kelâm, bana ilk nazarda biraz karışık geldi. Zira Muhyiddin b.Arabi ve onu izleyenler şuna kaildirler;
Allahu Tealâ'nın malumatından malum bir şey olan ayn'ın yok olması muhaldir. Aksi halde, ilim cehle döner. Ayn yok olmayınca da eseri nereye gidecek?..
54
Mektûbat-ı Rabbânî
Hâsılı: O cümle zihne yerleşip kaldı. Şeyh Ebu Said'in kelâmı hiçbir açıklık kazanmadı. Bilâhare, tam bir teveccühten sonra, Sübhan olan Yüce Hak, bir yönü ile bu kelâpıın sırnnı çözdü. İşte o zaman şu bir gerçek oldu: Ne aynı kalmış, ne de eser var. Bu manayı, aynı şekilde özümde dahi buldum; hiçbir müşkül yanı kalmadı.
Anlatılan manfet makamına da göz ilişti; onu, cidden çok yüksek gördüm. Şeyh ve yolunda gidenlerin beyan ettikleri makamdan daha yukarıda idi.
Üstte anlatılan iki ayrı görüş, birbirine zıt ve birbirini bozucu değildir. Çünkü: Bin, bir makamda; diğeri de başka bir makamdadır. Bu bahsin ayrıntıları, anlatılsa uzun .ve yorucu olur.
Şeyh Ebu Sadi Ebülhayr'ın anlattığı mana zuhur etti. Yani. Tecelli yönünden. Bu tecellinin de neden ibaret olduğu, devamının nasıl olduğu belli oldu. Nadirattan olsa dahi, bu tecelliyi özümde devamlı buldum.
Her ne hal ise, kalbim kitap mütalaasına meyilli değil, ondan bir tat da almıyor. Meğer ki, içinde büyük meşayihin menkıbeleri, makamlarda üstün hallere bulunan kitaplar olsun. Bu ğibi kitapları mütalaa bana hoş gelmektedir. Geçmişteki meşayihin hallerine daha fazla rağbet var. Hakikatlere ve marifetlere dair kitapları okumaya güçlü değilim. Bilhassa, vahdet-i vücud sözlerine ve tenezzülat mertebelerine dair olanlara. Bu babda, kendimi Şeyh Alaüddevle ile çok bağlantılı bulmaktayım. Bu mese-lelede, zevk ve hal olarak onunla birliğim. Ne var ki, sabık ilim, onlan inkâra beni yanaştırmıyor; o yolun erbabına karşı sert çıkış yapmaya yol bırakmıyor. İş bu hal. Şeyh Alaüddevle'den dahi sudur etmişti.
Defalarca, bazı hastalıkların defi için tarafımdan teveccüh oldu; tesiri de görüldü. Ne var ki, şu anda teveccüh gücüm kalmadı. Eşyadan herhangi bir şey için özümü toplayamıyorum. Sebebi şu ki; Bu fakir hakkında bazı müsaderelerin çıkması,
bazı insanların zulmü, çevri ve işi zora dökmeleridir. Bu taraftaki yakınlarımın çoğuna zulüm ettiler; haksız yere yerlerinden attılar. Durum anlatıldığı gibi olmasına rağmen, gönüle hiçbir toz konmuyor; onlara bir kötülük kasdının çıkması şöyle dursun, kalbe bir ağırlık ve sıkıntı da gelmedi.
Arkadaşlardan bazıları, bu cezbe makamında müşahede ve marifet elde ettiler; ama şu ana kadar, sülük menzillerine konamadılar. Şimdi ben, onların hallerinden bir nebze anlatayım; onları makamınıza arz edeyim. Ümid odur ki: Allahu Tealâ onları,
,cezbe cihetinin tamam olmasından sonra, sülük devleti ile şe-refyab eyler.
Başlıyorum: Şeyh Nur, bu makamda tutulup mahpus kalmıştır. Henüz cezbe makamının üstünde bir noktaya ulaşmadı. Duruşlarda ve hareketlerde sıkıntı görmekte; iyiyi, kötüden ayırd edememektedir. Arzu dışında, işi duraklamaya kaldı.
Aynı şekilde, arkadaşlardan pek çoğunun işi duraklamaya kaldı. Sebeb; Edebe riayetin olmaması. Bu hususta ben, şaştım kaldım. Çünkü, bu taraftan onların duraklamasına bir arzu yoktur, herhalde onların terakkisine arzu vardır. Asıl istenen de bu-dur. Bir istek vaki olmadan, onların işlerinde böyle bir eğlence vaki oldu; halbuki gidilse yol pek yakın.
Mevlâna Ma’hud, son noktaya ulaştı. Cezbe işini tamamladı; bu makamın berzahıyetine vasıl oldu. Bir yönü ile farkı, nihayete erdirdi. Önce sıfatları gördü; hatta kendinden ayrı olarak, sıfatların kendisiyle kaim olduğu nuru gördü. Kendini dahi, boş bir kalıb olarak buldu. Daha sonra, sıfatları zattan dağılmış gördü. İş bu hal üzere, anlatılan görüşle cezbe makamından, eha-dıyet makamına ulaştı. Şu anda, alemden ve kendinden geçmiş durumda. O kadar kı: Ne ihataya, ne de maiyete kail olmaktadır. İçenden daha içen bir yöne dönüktür. Dolayısıyla, kendisinde hayret ve cehaletten gayri hasıl olan bir şey yoktur.
Aynı şekilde Seyyıd Şah Hüseyin dahi, son noktanın yakınına ulaştı. Yanı: Cezbe makamına, öyle ki: Başı son noktaya değ-
dı Sıfatlan da, zattan dağılmış buldu. Amma, her yerde Ehad olan Zat ı bulmaktadır; zahiren de hazzını alıyor.
Meyan Cafer dahi, son noktanın yakının^ aynı şekilde ulaştı. Çoğunlukla şevk ve neşe içindedir. Kalan arkadaşlar birbirinden farklı durumdadırlar.
Meyan Şihan. Şeyh İsa, Şeyh Kemal cezbe makamında üst noktaya ulaştı. Şeyh Kemal, inişe dönüktür. Şeyh Nagürı, üst noktanın altına ulaştı; ama önünde henüz alacağı çok mesafe var
Burada kalan arkadaşlardan, sekiz, dokuz ve on şahıs üst noktanın altına vardı. Noktaya ulaşanlar da var. Bazıları da, nüzul (iniş) hazırlığı içinde. Bazısı ona yakın, bazıları da ondan uzakta.
Şeyh Meyan Müzzemmil, nefsini yok saymakta; sıfatları asla bağlı görmekte; mutlak varlığı her yerde bulmaktadır. Eşyayı itibardan düşen serap gibi görüyor; belki de hiçbir şeye benzer görmüyor. Mevlâna Ma'hud, taliplere beğenilen işleri talim için, bu hususta bir yönlü İcazet çıkarıyor. Lâkin, cezbe haline uygun bir icazet...
İstifade edilmesi gereken bazı işler vardı; ama gelmekte acele etti; eğlenmedi. Pek mukaddes huzura vardığı zaman, kendi iyiliğine olan işleri emir buyurursunuz. (Bu mektubu götüren zatı kasd ediyor.)
Bu fakirin bilgisinde olanları arz etmiş oldum; hüküm sîzdedir.
Hace Ziyaeddin Muhammed, günlerdir burada. Hülasa olarak, huzur ve cemiyet hali elde etti. Maişet sebeplerinin azlığından olacak, bir başka işe gönül vermeye gücü yetmedi; sonunda askere gitti.
Mevlâna Şir Muhammed'in oğlu, nezdinde devamlı kalmak için, o tarafa doğru yola çıktı. Bir miktar huzuru ve cemiyet hali var; ama, bazı engeller sebebi ile layıkı üzere terakki edemedi.
Bu manada daha fazla açılmak, edep dışıdır. Bir şiir:
57
İnsana düşen odur ki, zaman haddini unutturmaya...
Üstteki maruzatımı yazdıktan sonra, bazı keyfiyete ve halete uğradım; onların yazı ile beyanı mümkün değildir.
Bu mahalde, iradenin fena bulması tahakkuk etti. Tıpkı daha önce, murad olan işlere irade ile bağlanmanın yok olup gittiği gibi... Maaizatımda anlattığım gibi, iradenin aslı kalmıştı, şu anda iradenin damarları da tamamen kesildi. Şu anda, ne murad var, ne de irade...
Anlatılan fena halinin, nazarda dahi sureti zahir oldu; bu makama münasip bazı ilimler, feyiz yoluyla geldi. Bilgilerin sıklığı, vaktin darlığı icabı bu ilimleri yazmak zor. Bunun için, kalemin boynunu yazmaktan geri çektik.
Bu fena hali ile gerçekleşme, ilimlerin feyiz yoluyla gelmeleri; vahdet ötesi hususi bir nazarla oldu. Her ne kadar, kesin ve yerleşmiş bir iş olarak, vahdet ötesinde nazar yoksa da... hatta, öyle bir nisbet dahi yoktur. Lâkin, o makamın suretini vahdetin ötesinde görmekteyim. Onu her ne zaman, arz etmeye kalksam, yazmaya cesaret bulamıyorum. Yakin mertebesine ulaşıncaya kadar bu böyle kalacak. Onun öyle olduğuna şüphe yoktur. Tıpkı Akre'nin, Dehli ötesinde olduğu gibi. Bunun böyle olduğuna hiç şüphe izi düşmemiştir.
Nazarda vahdet, vahdet ötesi, hakikat namına anlatacağım bir makam, ötesinde Hakkın olduğunu anlatacağım bir şey yok; ama, hayret ve cehalet anlattığım görüş sebebi ile bozulmamıştır.
Durum anlatıldığı gibi olunca, ne arz edeyim? bilemiyoaım. Her şey, tenakuz içinde tenakuz... Söz bağına getirmek mümkün değil; isterse, hal onda şüphe götürmeyen bir şekilde tahakkuk etmiş olsun.
Allahu Tealâ'dan bağışlanmamı dilerim. Söz, fiil, hatır, nazar olarak, Yüce Allah'ın istemediği şeylerden tevbe ederim.
Su anda hakikat olan bir şey daha oldu. Daha önce, sıfatla
Mektûbat-ı Rabbani
nn fenası sandığım fena halı, hakikatte olduğu gibi, sıfatlann hususiyetlerinin fenası imiş... görünüşlerinin ayrılması manası içinde olanlarmış. Halı ise, sıfatlar, vahdet ,|jıanası içine girince, hususiyetler de ortadan kalkıyor. Onlann fenası dahi, bundan dolayı tevehhüm ediliyor.
Şu anda, sıfatlar silinip kayboldu; onlardan hiçbir şey kalmadı. İsterse dürülüp toplanma, isterse zatın manası içinde kaybolma yollu olsun. Ehadiyet kahrı, hiçbir şey bırakmadı. İcmal yollu olsun, tafsil yollu olsun; ilim mertebesinden hasıl olan ayrı görme de kalmadı. Tamamen nazar, harice döndü.
"Var olan Allah'tır; onunla beraber hiçbir şey yoktur; şu anda dahi durum böyledir."
Bu andaki hale de anlatılan mana uygundur. Sabık ilim, yukarıdaki hadis-ı şerifin zımnındadır; ama hal olarak değil.
Ümıd edilen odur ki: Bu fikrin doğruluğu ve yanlışlığı üzerine, bir uyarma meydana gelsin.
Mevlâna Kasım için, "tekmil" makamından nasip görülmektedir. Aynı şekilde, arkadaşlardan bazıları için de bu makamdan nasıp görülmektedir. Hakikat hali en iyi bilen. Yüce Sübhan Allah'tır.
a)Fena ve bekanın elde edilmesi.
b)Her şeyde has yüzün ortaya çıkması.
c)Seyr-i fillâhın hakikati.
d)Zat-ı berki tecellisi ve diğerleri.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu şeyhi Muham-med Bakibillah'a yazmıştır.
Kulların en küçüğü Ahmed'den bir arzuhaldir; hal arzetme makamının yücesine sunar.
Halini arz eder etmesine ama, kusurlarından hangisini arze
deceğini. o dahi bilemez.
Allahu Tealâ'nın dilediği şey olur; onun istemediği bir şey olmaz. Güç ve kuvvet, ancak Yüce Azım Allah'ındır.
Fenafıllah ve bekabillah makamları ile ilgili ilimleri; inayeti ile Sübhan Hak açtı. Bundan sonra;
a)Her şeyde has yüz nedir?
b)Seyr-i fillah işinin manası nedir?
c)Zat-ı berki tecellisi nedir?
d)Muhammedi meşrebdeki kimdir?
Ve anlatılanların benzeri şeyler belli oldu.
Her makama bilgiler peydah olmaktadır. Ama, o makamın gerektirmelerine ve zorunlu kılmalarına göre. Bundan sonra, oradan geçiş vuku buluyor.
Az bir şey dışında, Allah'ın veli kullarının haber verdiklerinden bir şey kalmadı. Hemen hepsini, illetsiz olarak, gördüm ve bildim. Kabul eden etti.
Aynı zamanda, eşyanın kendini yapılmış olarak görüyorum. Keza kabiliyet ve istidatların da aslını yaratılmış çeşidinden yapılmış görüyorum.
Noksan sıfatlardan münezzeh ve kemal sıfatları ile vasıflanmış olan Allah, kabiliyetlerin mahkûmu değildir, zira ona hiçbir şeyle aleyhte hükmedilemez. Bu manada daha fazla açılmayı edep dışı bilerek bırakıyoruz. Bir şiir:
İnsana düşen odur ki, zaman haddini unutturmaya.
13. MEKTUP
MEVZUU
a)Bu yolun nihayetsiz olduğu.
b)Hakikat ilimlerinin, şehat ilimlehne mutabık bulunduğu. NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu şeyhi Muham-
med Bakibillah'a yazmıştır.
Kulların en küçüğü Ahmed'den bir arzuhâldir.
Ah! bin kere ah!.. Bilhassa bu tarikatın (yolun) sonsuzluğundan ötürü... Hem de bü sür atli gidişe, iradelerin ve inayetlerin çokluğuna rağmen.
Anlatılan manadan ötürüdür ki, meşayih şöyle demiştir:
-Seyr-i ilellah mesafesi elli bin senedir.
Şu ayet-i kerime dahi bu manaya işaret eder:
"Melekler ve ruh, öyle bir günde ona yükselir ki, onun miktarı elli bin senedir."(70/4)
İş yeise girince, ümit kesilince Allahu Tealâ'nın şu kavline yapışmak gerekli oldu:
"O, öyle bir zattır ki, insanlar, ümitlerini kestiklerinde yağmuru indirir. Rahmetini dağıtır."(42/28)
Günlerdir, eşyada seyir vaki olmaktadır. Ama irşad talıplen galeyana geldi; ikinci kere ısrar ettiler. Bunun üzerine, genellikle onların işlerine başladım. Ne var ki kendimi bu makama kabiliyetli bulamıyorum. Ancak, mürüvvet ve haya iktizası onlara bir şey belletmeye çalışıyorum. Haliyle, onların ısrarı ve zorlamasının çokluğu bu işe amil oluyor.
Daha önce tekrarla yazdığım gibi, vahdet-i vücud meselesinde duraklamış bulunuyordum. Fiilleri ve sıfatları asla bağlıyordum. Ama işin hakikati malûm olunca, duraklamayı bıraktım.
-Her şey ondandır.
Kelâmını pek güzel buldum. Kemal itibarı ile bu cümleyi;
-Her şey odur. (Her şey ondan (Allah'dan)dır, sözü, "Her şey yaratılış bakımından Allah'a bağlıdır" manasını ifade eder. Her şey odur sözü ise, her şeyin aynı zamanda var oluş ve görünüş bakımından da Allah'a bağlılığını, varlıkların Allah'ın fiil, isim ve sıfatlarının görünüşlerinden ibaret bulunduğunu ifade eder.)
Cümlesinden daha ziyade (yeterli) buldum. Sıfatlan ve tüllen bir başka renkte, yani bir başka yüzden aldım.
Her şey, bana tek tek gösterildi: sonra üst makama çıkanl-dım. Asla, bir şek ve şüphe kalmadı.
Keşiflerin tümü, şeriata mutabık olarak geldi; şeriatın zahirine kıl kadar aykırı bir durum yoktur.
Keşifler ciheti ile. sofıyeden bazılarının beyan ettiği şenatın zahirine göre beliren aykın durum, şu sebepler dolayısı ile olmaktadır;
a)Sehiv (manevi yanılma) yolu ile.
b)Sekır (manevi sarhoşluk) yolu ile.
Yoksa, batınla zahir arasında hiçbir aykırı durum yoktur Bu yola giriş esnasında beliren aykırılık, ancak nazan bir varlığı olan geçici belirtilerdir; bunun giderilmesi de, bütün varlığıyla o yola yönelip onunla birleşmeye muhtaçtır. Amma, hakiki manada yolun sonuna varan zat; batını, şeriatın zahirine uygun bulur.
Anlatılan manada, ulemanın marifeti ile meşayih-i kiramın marifeti arasındaki fark şöyle anlatılabılır;
-Ulema, delillere ve dış bilgilere dayanarak marifet (bilgi) sahibi olur.
Meşayih ise, keşifle, zevkle marifet sahibi olur.
O büyüklerin hallerine, sağlamlık itibariyle, anlatılan uygunluktan daha iyi delil ne olabilir?
"İçim daralıyor; dilim dönmüyor."(26/13)
Vakit de daraldı; ne arz edeceğimi bilemiyorum.
Bazı hallerin müsveddesini yazmaya muvaffak olmuştum; ama onları bu arzuhallere yazmak mümkün olmadı. Belki, bunda da bir hikmet vardır.
Dilek odur ki: Bu her şeyden mahrum ve her kapıdan kovulmuş gariplere bol olan teveccühünüzden mahrum bırakmayasınız; onu yolda terk etmeyesiniz.
Söze girişe başlangıç hep sen oldun;
Söz uzadıysa eğer, sebeb sen oldun.
Bu manada daha fazla açılmak, cür'etkârlık sayılır. Bir mısra: İnsana düşen odur ki, zaman haddini unutturmaya...replika samsung note 3 sundu.


replika samsung note 3

samsung note 3

replika note 3

note 3

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder