medikal ürünler,den islam bilgileri44

 medikal ürünler




medikal ürünler,den islam bilgileri44 bugün medikal ürünler size yazdı medikal ürünler elinden gelen gayreti gösterdi ve sizin icin cok csalısıyor medikal ürünler diyoki Bu mektûb, molla Ahmed-i Berkîye yazılmışdır. Birkaç suâline cevâbdır:Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği, sevdiği iyi insanlara selâm olsun!Suâl: İnsan herne yaparsa, zemanın sâhibinin emri ile yapmalıdır ki, hayrlı sonuç alabilsin. Tâ’atleri, ibâdetleri yapmak da böyledir demişlerdir. Eğer bu söz doğru ise, bize, her hayrlı işi yapmak için emr ve izn buyurmanızı dileriz, diyorsunuz?Cevâb: Büyüklerin bu sözü doğrudur. Size izn verilmişdir. Fekat hayrlı sonuç demek, o işin sonucu olan şey demekdir. Her istenilen şeyi elde edebilmek demek değildir.
Suâl: Kitâbda diyor ki, hâce Ubeydüllah-ı Ahrâr, «kuddise sir-ruh» hazretleri buyurdu ki, (Kur’ân-ı kerîmin hakikati, cem’ mertebesindedir. Ya’nî Zât-i teâlânın ehadiyyet mertebesindedir). Böyle olunca, (Mebde’ ve Me’âd) kitâbındaki (Kâ’benin hakikati, Kur*ân-ı kerîmin hakikatinin üstündedir) yazısının ma’nâsı nedir?Cevâb: Burada, ehadiyyet mertebesi demek, hiçbirşeyin buluna-mıyacağı Zât-i ehadiyyet değildir. Onun için, bu ehadiyyet mertebesinde, sıfat ve şân bulunur. Çünki, Kur’ân-ı kerimin hakikati, kelâm sıfatındandır. Kelâm sıfatı da, Allahü teâlânın sekiz sıfatından biridir. Kâ’benin hakikati ise, sıfatların ve şânların bulunamıyacağı, dahâ üstün bir mertebedendir. Bunun için, Kâ’benin hakikati dahâ yüksek olmakdadır.
suâl: Birkaç tefsirde diyor ki, (Ben Kâ’beye secde ediyorum diyen kimse kâfir olur. Çünki secde, Kâ’beye doğru yapılır. Kâ’beye yapılmaz). Başka yerlerinde de diyorlar ki, (Müslimânlîğm başlangıcında, secdede, senin için secde olsun derlerdi). Senin için demek Zât-i teâlâ için demekdir. Böyle olunca, (Mebde* ve Me’âd) kitâbındaki (Eşyânın maddeleri, cismleri, Kâ’benin binâsma secde etdikleri gibi, eşyânm hakikatleri de, Kâ’benin hakikatine secde eder) sözü ne demekdif?

Cevâb: Sözün gelişi böyle olmuşdur. Melekler, Âdem aleyhisse-lâma secde etdiler demek de böyledir. Secde, Allahü teâlâya yapılır «celle şânüh». Hiçbir mahlûka secde edilmez. Size ve. yanmızda olanlara ve sevdiklerinize ve öncelikle molla Pâbende ve şeyh Hasene selâm ederim.
Bu mektûb, meyan şeyh Bedruddîne yazılmışdır. Kutb ve Kutb-ül-aktâb ve Gavs ne demek olduğu bildirilmekdedir:

Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği, sevdiği insanlara selâm olsun. Bir dervişle gönderdiğiniz kıymetli mektûb geldi. Bizleri çok sevindirdi.

Süâl: Kutb, kutb-ül-aktâb, Gavs ve Halîfe ne demekdir? Herbiri-nin vazifesi nedir? Vazifelerinin neler olduğunu bilirlermi, bilmez-lermi? Bir kimsenin Kutb-ül-aktâb olduğu gaybdan müjdelenirmiş. Bu doğrumudur, yoksa, hayâlmidir?

Cevâb: Resûlullahın «aleyhissalâtü vesselâm» izinde ilerliycnle-rin büyükleri, ona uyarak Nübüvvet makâmmın derecelerini geçılik-den sonra, içlerinden bir kaçına (İmâmet) makâmını verirler. Başkalarını, o dereceleri geçirmekle bırakıp, bu makâmı vermezler. Bu büyükler de, onlar gibi bu dereceleri geçmişlerdir. İmâmet makamını almadıkları için, onlardan ayrılırlar. Bu makâma bağlı olan şeylerden mahrumdurlar. Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem»» tâbi olanların büyükleri, peygamberliğin vilâyet derecelerini temâm-layınca, bunlardan birkaçına (Hilâfet) makâmını verirler. Geri kalanlara bu makâmı vermeyip, yalnız o dereceleri geçirirler. İmâmet ve hilâfet makâmları, o derecelerin kendilerini geçerek elde edilir. Bu derecelerin zillerinde, görüntülerinde, imâmet makâmmın karşılığı (Kutb-i irşâd) makâmıdır. Hilâfet makâmmın karşılığı ise (Kutb-i medar) makâmıdır. Aşağıda bulunan bu iki makâm, yukardaki o iki makâmm sanki zilli, gölgesi gibidir. Muhyiddîn-i Arabi hazretlerine göre, (Gavs), Kutbi medâr demekdir. Kutb-i medârdan başka bir Gavslik makâmı olmadığını söylemekdedir. Bu fakire göre, Gavs başkadır. Kutb-i medâr başkadır. Gavs [daha üstün olup] Kutb-i medârm yardımcısıdır. Kutb-i medâr, birçok işlerinde, ondan yardım bekler. (Ebdâl) denilen makâmlara getirilecek Evliyâyı seçmekde bunun rolü vardır. Kutbun yardımcıları, hizmet edenleri çok olduğundan, kutba, (Kutb-ül-aktâb) da denir. Çünki, Kutb-ül-aktâbm yardımcıları, hizmet edenleri, onun vekilleri demekdir. Bunun içindir ki, Muhyiddîni Arabi buyuruyor ki, (Müslimânlarm olsun, kâfirlerin olsun, her şehrde bir kutb bulunur).

Makâm sâhibi olan, bilgi sâhibi olur. Makâm derecesi verilen, fekat makâm verilmiyen velînin ilm sâhibi olması lâzım değildir. Yapdığı hizmetleri bilse de olur, bilmese de olur. Gaybden gelen

müjde, o makâmm derecesine yükseldiğini bildirir, O makâmm verildiğini göstermez.

Süâl: (Ebû Bekrin »radıyallahü anh» îmânı ile, bütün ümmetimin îmânı dartılsa, Ebû Bekrin îmânı dahâ ağır gelir) hadîs-i şerifindeki îmân nedir? Onun îmânı niçin dahâ yüksekdir?

Cevâb: îmânın üstün olması, îmân edilecek şeyler üstün olduğu içindir. Ebû Bekrin îmân etdiği şeyler, ümmetin îmân etdiği şeylerin üstünde olduğu için, hepsinden ağır olmaktadır.

Yavrum! Tesavvuf yolunda yükselirken, öyle bir yere çıkılır ki, bir nokda dahâ çıkılsa, o noktaya çıkmakla geçilen dereceler, oraya kadar olan bütün derecelerden dahâ yüksekdir. Çünki o nokta, aşağısında olanların hepsinden dahâ çokdur. Bu noktanın üstündeki nokta da, bu noktadan öylece dahâ yüksekdir. Çünki, altdaki nokta, kendi altmdakilcrin hepsi ile birlikde, üstündeki noktadan çok küçük-dürler. Dahâ yukardaki bütün noktalar da, hep böyledirler. İşte, bir kimsenin îmân etdiği şeylerin derecesi yukarda ise, altındaki derecelerde olanların hepsinden ağır gelir. Bunun içindir ki. Arif ilerlerken bir yere gelir ki, bir ânda, o âna kadar kazandıklarının hepsini kazanır. Bu lakîrin ölçüsüne göre, bir ânda, önceki derecelerin hepsinden dahâ çok dereceleri geçmekdedir. Bu, Allahü teâlânm ihsanıdır. Allahü teâlâ, bunu, dilediğine ihsân eder. Allahü teâlâ,çok büyük ihsân sâhibidir.

Süâl: Şeyh Muhyiddîn-i Arabî hazretleri ve ona tâbi’ olanlar diyorlar ki (Hazret-i Mûsa «aleyhisselâm» için öldürülen çocukların isti’dâdlarmm hepsi, hazret-i Mûsâ aleyhiselâma verildi). Bu söz ne demekdir?

Cevâb: Bu söz doğrudur, Çünki, iyi belli olmuşdur ki, çok kimselerin yükselmelerine bir kimseyi sebeb eyledikleri gibi, bir kimsenin yüksek derecelere varması için, çok kimseleri sebeb kılarlar. Rehber, mürîdlerin yükselmesi için sebeb olduğu gibi, mürîdler de, rehberin yükselmesi için sebebdirler. Bu takîr, bu sözün doğru olduğunu, yinilen, içilen, bedenden birer parça olan şeylerde de his ediyorum. Yinilen, içilen, herşey, isti'dâdı da artdırmakdadır. Başka kâbiliyyet-1er de kazandırmakdadır. Tatlı şeyler yimek istemediğim zemanlar, isti’dâdın artması için yimek emr olunmakdadır. Yimemeğe izn veril-memekdedir. Bir kimsenin isti’dâdının başkasına geçdiği çok görül-müşdür. Biri boş kalmış, ötekinin cem’ıyyeti artmışdır.

Süâl: Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ «rahmetullahi aleyh», bir müridini, bir velînin yanına gönderdi ki, kendisinin hangi peygamberin terbiyesi altında bulunduğunu anlamış olsun.

Bu mektûb, molla Muhammed Tâhir-i Lâhorîye yazılmışdır. Sünnet-i seniyyeyi her yere yaymağı ve bid'atleri yok etmek lâzım olduğunu bildirmekdedir:

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği ve sevdiği iyi insanlara selâm olsun! Hâfız Behâeddîn ile göndermiş olduğunuz kıymetli mektûb geldi. Bizleri çok sevindirdi. Ne büyük ni’metdir ki, yanınızda olanlar ve sevdikleriniz, bütün güderi ile, Resûlullahın sünnetlerinden bir sünneti diriltmeğe çalışmakdadırlar ve bütün varlıkları ile, kötü ve beğenilmeyen bid’atlerden bir bid’ati yok etmeğe uğraş-makdadırlar. Sünnet ile bid’at, birbirlerinin zıddıdır, tersidir. Birinin bulunduğu yerde, İkincisi bulunamaz, gider. Birini diriltmek, ötekini yok etmekdir. Sünneti diriltmek,bid’ati yok eder. Bid’ati diriltmek de, sünneti yok eder. İster basene, ya’nî güzel desinler, ister seyyie, çirkin desinler, her bid’at, sünneti yok eder. Belki, bir bakımdan güzel denilmiş olabilir. Hiçbir bid’atin kendisi güzel olamaz. Çünki, Allahü teâlâ, sünnetlerin hepsini beğenir. Sünnetlerin zıddı ise, şeytânın beğendiği şeylerdir. Bugün, bid’atler, her yere yayılmış olduğundan, bu sözümüz çok kimseye ağır gelir. Fekat, âhıretde, hangimizin doğru olduğunu anlıyacaklardır. İşitdiğimize göre, hazret-i Mehdi, hükümet sürdüğü zeman,dîni yayarken ve sünneti diriltirken, bid’at işlemeğe alışmış olan Medînedeki âlim, bid’ati güzel sandığı ve ibâdet olarak yapdığı için, hazret-i Mehdinin emrlerine şaşarak (Bu adam, bizim dinimizi yok etdi ve milletimizi öldürdü) diyecekdir. Hazret-i Mehdi, bu âlimi öldürecekdir. Onun güzel sandığı bid’atın, kötü olduğunu bildirecekdir. Bu, Allahü teâlânın ni’metidir. Dilediğine verir. Onun ihsânı çokdur. Size ve yanınızda olanlara selâm ederim. Çok unutkan oldum. Mektubunuzu kime verdiğimi hâtırlıyamıyo- ^ rum. Süâllerinize cevâb veremediğim için afvımzı dilerim. Meyân şeyh Ahmed-i Garmeli, sevdiklerimizdendir. Size yakındır. Kendisine teveccüh buyurunuz!
Bir göz ki, nazarında, ibret olmasa anın. Başının üzerinde düşmanıdır insanın.

Kulak ki, öğüt almaz, her dinlediği şeyden, Akıtsan yeri vardır, kurşunu deliğinden.

dün ne yapıyor?) dedi. Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ, bu sözden, kendinin Mûsâ aleyhisselâmın terbiyesi altında olduğunu anladı. O sözden bunu nasıl anladı?

Cevâb: (Cühûd) yehûdi demekdir. Mûsâ aleyhisselâmın ümmetine verilen ismdir. Buradan anladı.

Süâl: (Nefehât) kitâbında diyor ki, bütün veliler ölünce, vilâyetleri ellerinden alınır. Yalnız dört kişinin alınmaz. Bu ne demekdir?

Cevâb: Burada vilâyet demek, velînin tesarruflan, kerâmetleri demekdir. Vilâyetin kendisi alınır demek değildir. Vilâyet, Allahü teâlâya yakınlık demekdir. Kerâmetleri alınır demek de, çok kerâmet göstermez demekdir. Kerâmet gösteremez demek değildir. Şunu da bildirelim ki, bu söz keşf yolu ile anlaşılan birşeyi anlatmakdadır. Keşfde hatâ, çok olur. Ne görmüş, nasıl anlamışdır? Birkaç kerâmetin zuhûrunu istiyorsunuz. Bekleyiniz! Allahü teâlâ, her güçlüğün sonunu kolaylaşdınr.

Süâl: (Nîşâpûri tefsiri) nde diyor ki, (İnne şâniyeke hüvel-ebter), yâ harfi ile yazıyor. Bunun doğrusu nasıldır. Yâ ilemidir. Hemze ilemidir?

Cevâb: Doğrusu hemze iledir. Yâ ile yazılı olanlar, Kur’ân-ı kerîmin meşhûr olmıyan okunmasıdır.

Süâl: Birkaç kadın vazife istiyor. Nasıl yapalım?

Cevâb: Mahrem iseler, zararı yokdur. Yabancı iseler, perde arkasında oturarak tarikati alırlar.

Süâl; Hadis âlimleri, her ayda, yasak günler bildirmişlerdir. Bunun için, hadîs-i şerif de söyliyorlar. Ne yapalım?

Cevâb: Bu fakirin babası, Abdül-ehad «rahmetullahi aleyh» buyurdu ki, şeyh Abdüllah ve şeyh Rahmetullah hadîs âlimi idiler. Haremeynde, [ya’nî Mekke ve Medînede] bu ikisine şeyhayn denirdi. Bir iş için, Hindistâna gelmişlerdi. Bu hadîsi, (Buhâri) şârihlerinden Kermâni yazıyor. Fekat, zaîfdir. Bu işde doğru hadis (Günler, Allahın günleridir. Kullar da Allahın kullarıdır) dediler. Yine buyurdular ki, (Günlerin uğursuzluğu, âlemlere rahmet olan Muhammed aleyhisse-lâmın gelmesi ile bitmişdir. Uğursuz günler, eski ümmetlerde vardı). Bu fakirin anladığı da böyledir. Hiçbir günü, başka günlerden üstün tutmam. Cum’a ve Ramezân ve benzerleri günleri, islâmiyyet üstün tutmuş olduğu için üstün biliriz.

Peygamberlik yükünü taşımak üzerinde yazılan bilgileri, hâce Muhammed Eşrefdeki mektûblarda bulamadığınızı yazıyorsunuz. Nasıl bulabilirsiniz? O mektûb, bugünlerde yazıldı.

olur. Allahü teâlâ, lutf ederek, ihsân ederek, bu beş zillin her mertebesi temâmen geçilip, sonuna varılırsa, Allahü teâlânın ismlerinde ve sıfatlarında ilerlemek nasîb olur. îsmler, sıfatlar tecellî etmeğe başlar. Allahü teâlânın şü’ûnâtı ve i’tibârâtı zuhûr eder. Burada, Âlem-i emrin de hepsi geçilmiş, hepsinin hakkı verilmiş olur. Eğer Allahü teâlâ ihsân ederek, bu makâmdan da ilerlemek nasîb olursa, nefs ıtmınâna kavuşur ve ilerliyerek kavuşulan makâmların sonu’olan (Rıza) makâmı hasıl olur. Bundan sonra (Şerh-i sadr) hâsıl olur ve (Islam-ı hakîkî) ile şereflenir. Bu kemâlatın, üstünlüklerinin yanında, A em-ı emrde olan beş latîfenin üstünlükleri, çok aşağı kalmakdadır.’ Okyanus yanında bir damla su gibi bile değildir. Bütün bu kemâller, üstünlükler, (Ism-i zahir) kemâlleridir. (İsm-i bâtın) kemâlleri başkadır. Bunlar, yazılamaz, anlatılamaz. Bu iki ismin bütün kemâlleri üstünlükleri hâsıl olursa, sâlik, iki kanada kavuşmuş olur. Bu ikİ kanadla, (Alem-i kuds) de, İlâhî âlemde, sonsuz uçabilir. Bunları, birkaç mektûbda dahâ yazmışdım. Kıymetli oğlum, hepsini biraraya toplamakdadır. Kolayını bulursamz,buraya geliniz. Fekat, orayı boş bırakmayınız. Oranın düzeni bozulmasın. Seçdiğiniz birisini yerinize bırakıp, yalnız geliniz! Bir dahâ buluşabilirmiyiz, ancak Allahü teâlâ bilir. Vesselâm.

Bu mektûb, Şerif hâna yazılmışdır. Allahü teâlânın yakın olduğunu açıklamakdadır:

Allahü teâlâya hamd olsun. Onun .seçdiği temiz insanlara selâmlar olsun! Lutf ederek göndermiş olduğunuz kıymetli mektûbunuz gelerek, biz fakirleri çok sevindirdi. Allahü teâlâ da sizi sevindirsin!

Yavrum! Allahü teâlânın bizlere, kendimizden dahâ yakın olduğu, Kur’ân-ı kerîmde bildirilmişdir. Ammâ ne yapalım ki, Allahü teâlâ, akllarımızm, düşüncelerimizin ve bilgimizin ve anlayışımızın ötesindedir. Ötelerin ötesidir. Şunu da biliyoruz ki, bu ötelik, uzaklık, yakınlık bakımından olup, uzaklık bakımından değildir Allahü teâlâ, her yakından dahâ yakındır. Hattâ, Onun bir olan zâtı ya’nı kendisi, bize sıfatlarından dahâ yakındır. Hâlbuki bizler, o sıfatlarla var olduk ve varız. Bunu akl anlıyamaz. Çünki, birşcye başkamın, kendinden dahâ yakın olmasını düşünemez. Bunu açık-lıyabilmek için, bir misâl aradım ise de, bulamadım. Bu bilgi, kesin olarak (Nass)a, ya’nî Kur’ân-ı kerîme dayanmakdadır. Doğru olan keşfler de, böyle olduğunu gösteriyor. Tarikat sâhibleri, tevhîdden.

birleşmekden söz etmişlerdir. Yakınlıkdan, beraber olmakdan uzun uzun konuşmuşlardır. Fekat, Allahü teâlânın çok yakın olduğunu hiç söylemediler. İnsanları şaşkınlıkdan kurtaracak bir açıklama yapmamışlardır. Şaşılacak şeydir ki, Allahü teâlânın bize çok yakın olması, bizim Ona çok uzak olmamıza sebeb olmuşdur. Bunu lyı adayınız. Sözümüzde işâretler ve beşâretler vardır. Size ve doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafâ’nın «aleyhi ve alâ âlıhıssalevatu yettesiı-mâtü etemmühâ ve ekmelühâ» izinde gidenlere selâm olsun!

Bu mektûbu oğlu, aklî ve naklî ilmlerde yükselmiş, hâce Muhammed Sa’îd hazretlerine yazmışdır. Peygamberler «aleyhimüssaleyatu vetteslîmât» gönderilmesinin fâideleri ve aklın yalnız başına Allahü teâlâyı tanıyamıyacağı ve dağda büyümüş ve câhillik zemanında ya m peygamber gönderilmemiş olan zemanlarda yaşamış kafırleıın ve kalır memleketlerinde ölen kâfir çocuklannm âhıretde ne olacaklan ve dünyanın her yerine, meselâ eski hindlilere Peygamberler gelmiş olduğu bildirilmekdedir:

Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun ki, bizleri müslimân şereflendirdi. O, doğru yolu göstermeseydi, kim bulabilirdi. Onun Peygamberlerine «aleyhimüssalevâtü vesselâm» inanırız. Hepsi, doğru söylemişdir.

Allahü teâlânın, insanlara Peygamberleri «aleyhimüssalevâtü vesselâm» göndermesi en büyük ni’metdir. Bu iyiliğin Şükrü, hangi ağız ile yapılabilir? Hangi kalb, onları göndermenin iyiliğim kavrıya-bilir? Hangi vücûd ve a’zâ, o iyiliklere şükr olabilecek, bırşey yapabı-lir‘> O büyük insanların mubârek varlıkları olmasaydı, bu alemı^ yaratanın varlığını, biz kısa akili insanlara kim gösterirdi. Eski yunânhların ilk felesofları, [ve her zeman, her yerde bulunan ten taklîdcileri] o kadar zekî ve kurnaz oldukları hâlde, yaratanın varlığını anhyamadılar. Bu kâinât, böyle gelmiş, böyle gider canlılar da birbirlerinden meydana gelip ürer. Bu böylece deyâm eder, dediler. Câhillik devri geçip, yeni Peygamberlerin «aleyhimüssalevâtü vetteslı-mât» da’vetlerinin nûrları ile, âlem aydınlanınca, sonra gelen yunan felesofları, o nûrların ışıkları ile uyanarak, üstâdlarının sözlerim re etdi. Bir yaratanın bulunduğunu kitâblarına yazdılar ve bir olduğunu isbât etdiler. O hâlde, insan aklı, o büyüklerin, nûrları ile aydınlanmadıkça bunu bulamıyor. Peygamberler «aleyhimüssalevâtü vettehıy-yât^olmadıkça, bizim düşüncelerimiz, doğru yola yaklaşamıyor.
Süâl: Dağda yetişip, hiçbir din duymayıp Cehennemde sonsuz kalmazsa. Cennete girmesi lazım f >'f-olamârçünki müşriklere. Cennet haramdır, ya'm yasakdır Bunların veri <>hennemdir. Nitekim, Allahü teâla, Maide suresi yetmışbe sind [75] âyetinde, İsâ aleyhisselâmın (Allahü tealadan tauanlar başkalarının sözlerini Onun cmrlerinden nergirm» Onların konaeaS, yer Cehennemdir) d'd'l-nı beyan buyurdu.

kavuşamazdı. Bu ahmaklar, çürük aklları ile, herkesi kandmp, kendilerine tapmağa zorlamış, [Sizi biz kurtardık, bizim sayemizde yaşıyorsunuz diyerek,] kendilerinden başka bir kuvvetin bulunmadığını sanmışlardı. Nitekim, Mısr fır’avunları: (Eğer benden başkasına taparsan, seni habs ederim) demişdi. Ba’zıları da, bu kâinâtın bir yaratanı olduğunu işitdiklerinden, kendilerine yaratıcı, [ebedi lider], dediremiyeceklerini anlıyarak, bir yaratanın varlığını söylemiş, fckat bunun kendilerine sirâyet etdiğini bildirerek, bu hîle ile insanları kendilerine tapdırmağa uğraşmışlardır.

[Bugün Hindistânda yayılmış olan, Berehmen ve Buda dinlerinde, oradaki eski Peygamberlerin kitâblarından, sözlerinden alınmış kıymetli bilgilerin bulunduğu görülmekdedir. Berehmen ve Buda dinleri, hıristiyanlık dîni gibi, eski Peygamberlerin «aleyhimüsselâm»» bildirdiği doğru dinlerin bozulmuş, değişdirilmiş bir hâlidir. Bunların hepsi, Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanmadıkları için kâfirdir. Seyyid şerif-i Cürcâni »rahmetullahi aleyh» (Şerh-I mevâkıO sonunda, üçüncü maksadda, buyuruyor ki: (Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanmıyan, kâfir olur. Bunlardan, yehûdî ve nasârâ [hıristiyân], başka peygamberlere inanıyor. [Bunun için, bu ikisine (Ehl-i kitâb) ya’nî (Kitâblı kâfir) denir]. Başka Peygamberlere de inanmıyanlardan, berehmenler, Allahü teâlânın varlığına inanmakdadır. Dehriyye ise, Allahü teâlâya da inanmıyor. Herşey tabi’at kanûnları ile var oluyor. Bir yaratıcı yokdur. Delir, ya’nî zeman ilerledikçe, herşey değişmekdedir diyor). Mecûsîler, Allahü teâlânın iki olduğuna, müşrikler ve putperestler i.se, çok olduğuna inanıyor. Berehmen, mecûsî ve putperestler, kitâbsız kâı rdir. Çünki, bir peygambere, inanmıyor. Bir semâvî kitâb okumuyorlar. Komünistler ise, dinsiz, tanrısız kâfir olup, dehriyye kısmındandır. Şimdi, yeryüzünde, değişdirilmemiş bulunan, hak din, yalnız Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslâm dînidir. Bu dînin, kıyâ-mete kadar, bozulmıyacağını, doğru olarak kalacağını Allahü teâlâ söz vermişdir].

Süâl: Hindistânda, Peygamber «aleyhimüssalevâtü vesselâm» gönderilmiş olsaydı, biz de işitirdik. Dilden dile, her tarafa yayılırdı?

Cevâb: Bunlar, bütün Hindistâna gönderilmiş değildi. Ba’zıları, bir şehre, hattâ bir köye idi. Allahü teâlâ, bir millet veyâ bir şehr ehâlisinden en iyisini bu devletle şereflendiriyor, o da, Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve emrlerini, Ondan başka kimsenin birşey yarata-mıyacağını, insanlara bildiriyordu. Onlar da, ona inanmıyor, inkâr ediyordu. Câhil, yalancı, deli diye alay ediyorlardı.Allahü teâlâ da, onları helâk ediyordu. Uzun zeman sonra, başka bir Peygamberi, böylece gönderiyor ve yine böyle oluyordu. Hindistânda böylece yıkılmış, şehr harâbeleri çok görülmekdedir. Şchrlerin bu sebebden harâb oldukları ve Peygamberlerin da’vetleri, ctrâfdaki, insanlar arasında yayılıp, uzun zeman dillerde dolaşıyordu. Peygamberlere »aleyhimüssalevâtü vesselâm» çok kimse inansaydı ve mü’minler hâkim olarak kalsalardı, o zeman, bizim de haberimiz olurdu. Fekat bir kişi, birkaç gün nasihat edip gider, buna kimse inanmaz ve bir başkasına, ancak bir kişi, iki kişi inanırsa, bize nasıl haber gelebilir. Çünki kâfirler, dîni söndürmeğe çalışıyor, babalarının yoluna uymıyan dîni beğenmiyorlardı. Kim haber verecek ve kime .söyliyecek? Sonra resul, nebî ve peygamber kelimeleri, fârisî ve arabîdir. Hind lügatinde bu kelimeler yok idi ki, o Peygamberlere de, bu ismler verilmiş olsun. Nihâyet şunu da söyliye-lim ki, Hindistânın peygamber gelmiyen ve doğru yol gösterilmiyen yerleri de var dersek, buralardaki insanlar, dağda, çölde yetişen müşrikler gibi olup, inâd etdikleri ve herkesi kendilerine tapdırdıklan hâlde bile. Cehenneme girmez ve ebedî azâb görmezler. Böylelerin Cehenneme girmesi, akl-ı selîme, ya’nî şaşmıyan akllara uygun olmadığı gibi yanılmıyan keşfler de, buna müsâ’ade etmez. Fekat, bunlar-dan inâd edenlerin bir kısmının Cehenneme gitdiklerini görmekdeyiz. Herşeyin doğrusunu, ancak Allahü teâlâ bilir.
Bu mektûb, hakikatleri bilen, ma'rifetler sâhibi, İlâhî feyzlere, sonsuz rahmetlere kavuşmuş oğlu şeyh Muhammed Sâdıka yazılmışdır. Imâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolunu ve Vilâyet-i evliyâ, Vilâyet-i enbiyâ ve Vilâyet-i uiyâyı ve insandaki on latîfeyi bildirmekdedir:

Bismillâhirrahmânirrahîm. Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe salât ve selâm olsun! Ey oğlum, Allahü teâlâ, seni mes’ûd eylesin! İnsana (Âlem-i sagîr) ya’nî küçük âlem denir. Bu Âlem-i sagîr, on parçadan meydâna gelmişdir. Bu on parçanın beşi (Âlem-i emr) dendir. [Bu âlemde madde ve ölçmek yokdur]. Bu beş latîfe (Ka|[b), (Rûh), (Sır), (Hafi) ve (Ahfâ) dır. Bu beş latîfenin aslları, kökleri (Âlem-i kebir) dedir. [(Âlem-i kebir), büyük âlem demekdir. İnsandan başka herşey demekdir]. İnsanı meydâna getirmiş olan on parçadan dördü katı, sıvı, gaz maddeleri ve enerjidir. Bunların aslları da Âlem-i kebîrdedir.Beş latîfenin aslları. Arşın dışında görülür. Arşın dışı, Âlem-i emrdir. Ya’nî maddesiz.
— 391 larını söylemek, nasıl çok yersiz ise, sonsuz azâb çekeceklerim soy e-mek de, öyle yersiz oluyor. Nitekim, ı’tıkâdda ıkına imamımız Ebül-Hasen-i Alî Eş’arî, bunların Cehenneme girmıyeceklermı soylı-Yorsa da, bu sözünden , Cennetde kalacakları anlaşılıyor Çunkı, ikisinden başka yer yokdur. O hâlde, cevâbın doğrusu bize bildirilendir. Ya’nî mahşer günü, hesâbları görüldükten sonra dir.Bu fakire göre, kâfirlerin çocukları da, böyle olacakdır. Çunkı, Cennete girmek, îmân iledir. Ya kendisi îmân etm»? o‘acak, veya îmânımın çocuğu olduğu için, yâhud ana-babası bırlıkde nm^ olunca, kendisi Dâr-ül-islâmda kaldığı için imanlı sayılmış olacakdır. Dâr-ül-islâmda bulunan müşriklerin çocukları ve zımmılerm çocukları da Dâr-ülharbdeki kâfirlerin çocukları gibidir. Çunkı bu çocuklarda îmân yokdur. Bunlar, Cennete giremez. Cehennemde sonsuz

kalmak da, tckIifden sonra, inanmamanın cezasıdır. Çocuk ise,

mükellef değildir. Bunlar, hayvanlar gibi, diriltilip, hesabları görüldükten sonra, yok edileceklerdir. Eskiden, bir peygamberin vefatından sonra, çok vakt geçip, zâlimler tarafından din bozulup, unutulduğu zemanlarda yaşayıp. Peygamberlerden baberı olmıyan insanlar da kıyâmetde böyle sonradan, tekrar yok edileceklerdir.

Ey yavrum! Bu fakîr, çok geniş ve çok derin düşünüyorum da. Peygamberimizin «aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm» haberi yetışmı-yen yer yüzünde, hiçbir yer kalmadığını anlıyorum. Butun dünyanın, onun da’vet nuru ile, güneş gibi aydınlandığı görülüyor. Hatta, dıvar arkasında bulunan, Ye’cûc ve Me’cûca bile ulaşmış bulunuyor.

Eski zemanlarda da, bütün dünyâda peygamber gönderilmedik bir yer kalmamış gibidir. Hattâ, bundan en mahrum zan edilen, Hindistanda bile hindlilerden bir peygamber yapılmış; Allahu teala-nın emrleri bildirilmişdir. Hindistânm ba’zı kısmlarında, anlaşılıyor ki Peygamberlerin «aleyhimüssalevâtü vetteslîmât» nurları, kutr karanlıkları içinde, yıldızlar gibi parlamışdır.Eğer merak ediyor isen, bu şehrleri söyliyebilirim. Ba’zı Peygamberlere bir kışı bile inanmamış kimse kabûl etmemişdir.Yalnız bir kişinin inandığı Peygamberler de olmuşdur. Ba’zılarma da, iki veyâ üç kimse iman etmışdır. Hindistânda bir peygambere, üç kişiden çok inanan olduğu, görülemiyor. Ya’nî, dört dâne ümmeti bulunan peygamber, olmamışdır. Hindlilerin tapındıkları kimselerden ba’zılarının kıtablarında, Allahü teâlânın varlığı ve sıfatları hakkında görülen yazıları, hep o Peygamberlerin ışıklarının aksleridir. Çünkı, her asrda, her ümmete Peygamber «aleyhimüssalâtü vesselâm» gelerek Allahü teâlânın varlığını ve sıfatlarını bildirmişdir. Onların mubârek varlıkları olmasaydı, küfr ve günâh pislikleri ile kirlenmiş olan akllar, iman devletine
mebde’leridirler. Bu üç asllardaki dereceler, nefs-i mutmeinneye mah-sûsdur. Nefs, bu mertebelerde itmînâna kavuşur. Yine bu makâmda, (Şerh-i sadr) olur. Sâlik, (Islâm-ı hakîkî) ile şereflenir. Bu makâmda, nefs-i mutmeinne, göğse yerleşir ve (Rızâ makâmı) na kavuşur. Bu makâm, Vilâyet-i kübrânın sonudur. Bu vilâyete, (Vilâyet-i enbiyâ) da denildiğini yukarıda bildirmişdik.

Seyr, buraya kadar varınca, iş bitdi sanıldı. (Bunların hepsi, ism-i zâhirin açıklanmasıdır. Bu ism, uçmak için lâzım olan, bir kanaldır. Mukaddes âleme uçmak için lâzım olan ikinci kanat olan ism-i bâtın da, böyle birer birer geçilirse, iki kanat elde edilmiş olur) sesini duyurdular. Allahü teâlânın lütfü ve ihsânı ile, ism-i bâtında da seyr bitince, iki kanat elde edilmiş oldu. Bize doğru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun! O bize doğru yolu göstermeseydi, biz bulamazdık. Rabbimizin Peygamberleri doğru sözlü olarak gelmişlerdir.

Ey oğlum! İsm-i bâtındaki seyrden ne yazayım ki, o seyri örtmek, gizlemek lâzımdır. O makâmdan şu kadar açıklanabilir ki, ism-i zâhirde seyr, sıfatlarda seyr olup, Zât-i teâlâ ile hiç ilgisi yokdur. İsm-i bâtında seyr de, hernekadar ismlerde seyrdir. Fekat bu seyr, Zât-i teâlâ ile ilgilidir. Bu ismler, Zât-i teâlâyı örten perdeler gibidir. Meselâ, ilm sıfatında Zât-i teâlâ hiç akla gelmez. Alîm ismi ise, sıfat perdesi gerisinde, Zât-i teâlâyı bildirmekdedir. Çünki alîm, ilm sâhibi olan zâtdır. O hâlde ilmde seyr, ism-i zâhirde seyrdir. Alîmde seyr, ism-i bâtında seyrdir. Öteki sıfatlar ve ismler de böyledir. İsm-i bâtınla ilgili olan ismler, meleklerin mebde-i tc’ayyünleridir. Bu ismlerde seyre başlamak (Vilâyet-i ulyâ)ya ayak basmak olur. Bu vilâyete, (Vilâyet-i mele-i a’lâ) da denir. [(Mele’) cemâ’at, galabalık demekdir.] İsm-i zâhir ile ism-i bâtını anlatırken bildirdiğimiz, ilm ile alîm arasındaki farkı az sanmayınız! İlmden alîme az yol vardır dememelidir. Yer küresi ile Arş arasındaki uzaklık, o iki ism arasındaki uzaklık yanında, okyânus yanında bir damla su gibidir. Söylemeleri yakın, kendileri ^ok uzakdır. Kısaca söylediğimiz her makâm da böyledir. Meselâ, Alem-i emrin beş latîfelerini geçip, bunların asılarında seyr olunur. Böylece, imkân [ya’nî mahlûklar] dâiresi biter sözü ile, Seyr-i ilallah, başından sonuna kadar anlatılmışdır. (Bu seyrin yapılması için, ellibin senelik yol geçilir) demişlerdir. Me’âric sûresinin dördüncü [4] âyetinde (Melekler ve Rûh oraya ellibin senelik bir günde çıkarlar) buyurulmakdadır ki, bu sözümüze işâret etmekde-dir. Böyle olmakla berâber, Allahü teâlânın ihsânının çekmesi ile, bu uzun zemanhk iş, göz açıp kapayıncaya kadar yapılabilir. Fârisî mısra’ tercemesi:
— 394 —Kerîmlerle yapılan işlerde güçlük yokdur!

Yine bunun gibi, işlerin ve sıfatların ve şü’ûnların ve i’tibârâtın dâiresini geçerek, bunların asllarında seyr olunur denildi. İsmlerin, sıfatların, şü’ûn ve i’tibârâtın hepsini geçmek, söylemekle kolaydır. Fekat, bunları geçmek çok zordur. O kadar çok zordur ki, tesavvuf büyükleri (İnsanı kavuşduran konaklar sonsuzdurlar. Bitmez tükenmezler) demişler. (Mertebelerin hepsi seyr edilemez) buyurmuşlardır. Fârisî beyt tercemesi:

Onun güzelliği bitmez, Sa’dînin sözü tükenmez,

İstiskali susuz ölür, denizin suyu eksilmez.

Kavuşmak için geçilecek konakların sonsuz olmasını, sıfatların tecellîleri bakımından değil de, Zât-i İlâhinin tecellîleri sonsuz olduğu için söylenmişdir sanmayınız! Bunun gibi, bitmiyen güzelliğin, sıfatların güzelliği olmayıp, zâtın güzelliğidir demeyiniz! Çünki, zâtın bu tecellîleri, şü’ûn ve i’tibârât olmaksızın değildir. Zâtın o güzelliği, cemâl sıfatlarının arkasında olmaksızın değildir. Çünki, bu mertebede, sıfatların perdeleri olmaksızın söz edilemez. Allahü teâlâyı tanıyan kimsenin dili tutulur, söyliyemez olur. Her tecellîde, biraz zil, görüntü bulunur. O makâmda, şü’ûnu araya katmadan olamaz. Bunun içindir ki, o vüsûl konakları ve güzellik mertebeleri, ismlerin ve şü’ûnların dâiresindedir ve onlara göre, sonsuzdur.

Bu fakîre gösterdikleri ise, tecellîlerin ve zuhûrların ötesindedir. İster zâtın tecellîsi desinler, ister sıfatların tecellisi desinler, hepsinin ötesidir. İster zâtın, ister sıfatların güzelliği desinler, bütün güzelliklerin ötesidir. Bunun için, yüksek istekleri, çok kıymetli maksadları bu dar kelime kadrosu ile, kısaca anlatmış bulunuyorum. Sonsuz denizleri, birkaç şişeye doldurmuş gibi oluyorum. Öyle ise, anlamamazhk etme!

Yine sözümüze dönelim! İsm-i zâhir ve ism-i bâtın iki kanadı ele geçdikden sonra, uçmak nasîb olursa, yukarı çıkılırsa, buraya çıkan, insanın enerji, hava ve su parçaları olduğu anlaşılır. Melekler de, bu üç parçadan yapılmışdır. Hadîs-i şerîfde bildirildi ki (Meleklerin bir kısmı ateşden ve kardan yaratılmışdır. Bunlar, ateşle karı birarada bulunduran Rabbimizde hiç bir noksanlık yokdur derler). Bu seyrde iken rü’yâda gösterdiler ki, sanki bir yolda gidiyorum. Çok gilmekden yorulmuşum. Yürüyebilmek için bir sopa, baston arıyorum. Bulamıyorum. İlerliyebilmek için, çalı çırpıya yapışıyorum. Bu da olmuyor. Öylece yürümek zorunda kalıyorum. Bir zeman, böyle ilerledim. Bir şehr göründü.medikal ürünler sizin icin sundu.

medikal ürünler

ortopedik ürünler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder